SELAHATTİN DEMİREL
Bazı hayatlar vardır ki, kelimelerin anlatmakta yetersiz kaldığı. Cengiz Aytmatov’un “İnsan her şeyi anlatamaz, zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez.” sözü gibi, duyguların derinliği karşısında kelimeler bazen yetersiz kalır. Bu hikaye de her Anadolu insanının hikayesi gibi, Anadolu’nun bir köşesinde, gözyaşları ve ızdırapla başlar. Gözyaşı, onun hem adı hem de sürekli yol arkadaşı olur. Çile, ızdırap, gözyaşı ve hicret; hayatının anahtar kelimeleridir. Kaderi sanki ‘kef’ harfiyle yazılmışçasına, keder ve anlaşılmamışlık onun daimi yoldaşları olmuştur. Bu Sezai Karakoç’un geleceği müjdelerken şiirinde geçen “Gül Muştusu”nu bize sunan birini anlatmak için yazılan kelimelerdir. Duyguları tam ifade etmese de en yakın ifade de yine kelimelerle olmaktadır.
***
Anadolu’nun sarp kayalıkları gibi sağlam, bereketli toprakları gibi verimli bir yüreği vardı. Gözyaşlarıyla suladığı bu topraklarda umut fidanları yeşertti. Her bir gözyaşı, onun ruhunun derinliklerinden süzülüp, gönüllerde gül muştusu olarak açıldı. İnsanlar, onun varlığıyla yokluğun ve çaresizliğin soğuk yüzünü unutup, sıcak bir sevgiye sarıldılar.
Altı yüz yıllık Osmanlı bitmiş yerine taze bir devlet kurulmuştu. Bu büyük yıkım sadece devletimizin yıkımı değil Kur’an etrafındaki surların da yıkılmasına sebep olmuştu. Yani asıl musibet dine gelen musibetti. Maneviyat dünyası darmadağın olmuştu. Asrın minaresinin başındaki Zat’ın çalışmaları ise daha taze bir tohum idi. Ve O şöyle diyordu:
“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler Cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.”
Anadolu bu tohumu anlayan bahçıvanlara ihtiyaç duyuyordu. Arayışlar yüzyılı tüm dünyayı sarmıştı. Savaşların yıkımı ne yazık ki manevi hayatı da es geçmemişti. Eğitimden sanata, basın dünyasından sağlığa, hatta ticari hayata kadar her alanda topyekûn yenilenme gerekiyordu ki bunlarla Kur’an etrafına sağlam surlar yapılabilsin. Mesih soluklu, Heraklit pazulu yiğitler ile olurdu bunlar ama o yiğidi karşı bayıra gömeli üstüne taşlar yığalı epey olmuştu. O yiğit anlatınca derdini atlastan cepkenli yiğit akıncılar sardı dört yanı. Aldılar bahçıvandan gül tohumlarını ve çıktılar bilinmez diyarlara.
Çocukluğu, Anadolu’nun tozlu yollarında geçti. Her adımda bir hikaye, her taşın altında bir ders saklıydı. Oyunlarında bile hayatın ciddiyetini, dostluğun ve paylaşmanın önemini öğrendi. Küçük yaşta başlayan hayat mücadelesi, onu erken olgunlaştırdı. Gözlerindeki pırıltı, zorluklara rağmen umudun ve azmin simgesi oldu. İlkokuldan medreselere uzanan eğitim hayatı onu bambaşka bir yolculuğa çıkaracaktı.
Gençliği, hicretin ve arayışın yıllarıydı. Eğitimine devam ederken, içindeki sesi dinleyerek hayatın anlamını aradı. Her hicret, onu biraz daha bilge, biraz daha anlayışlı kıldı. İnsanların acılarına ortak oldu, yüklerini hafifletmek için çalıştı. Küçük Dünya’sında sinesini ummanlar gibi herkese yer açtı. Hayali kelimelere sığmadığı gibi bedeni de dört duvara hapis değildi. Cami bahçesinden başlayarak çevre esnaftan, kahvehane insanlarına kadar ulaşmadığı, dokunmadığı kimse kalmaması için her anını insanlığa adamıştı.
Hayatı boyunca karşılaştığı zorluklar, onu yıldırmadı, aksine güçlendirdi. Gözyaşlarının ardından gelen tebessümler, onun en büyük zaferiydi. İnsanlara umut olmayı, yüzlerinde bir tebessüm yaratmayı başardı. Ve nihayet, hayatının sonbaharında, tüm yaşadıklarına rağmen, hala gülümseyebilen bir yürek olarak anılıyor. Soyadının tersi bir hayatı olduğundan mi bilinmez aynı soyadı taşıyanlardan aynı şehri kimliğinde olanlara kadar hep uzak yaşamıştı. Kılı kırt yaran ve örneği çok az görülen bu durum Onu anlama kapılarını bir nebze açmış oldu. O, hayatını şu ana su kişilere bağlı olmayacak kadar geniş bir zamana ve tüm insanlığa adamıştı. İnsanlığa Adanan Bir Ömür’dür onun hayatı. Bu hayat Çağlar ve Nesiller üstündedir. Kalbi Zümrüt Tepeler üzerinde olanların dünyanın bir anına bir şeylerine talip olması mümkün müdür?
Erzurum’un bir köyünden başlayan hikâye, Edirne’de cami penceresinden İzmir’de tahta kulübeye oradan tüm ülkeye yayılan bir sese dönüştü. İnsanları Hakk’a çağıran bu ses, önce Müslümanlar tarafından duyuldu, sonra samimiyetiyle kıtaları aştı. Amerika’dan Orta Asya’ya, Kuzey Kutup ülkelerinden Güney Afrika’nın Cape Town’ına kadar yankılandı. Japon diyarından adını haritadan bile bulamayacağınız diyarlara kadar ulaştı. Bu Hitap Çiçekleri ile başlayan bahçıvanın gülleri müjdelemesini, Gül Devrine işaret etmesinden anlıyoruz ki o bugünün insani değil, Gül Devrinden aldığı ilham ile Gülleri müjdeliyor. Yetiştirmek için bahçe, toprak arıyor. Gülleri ektiği her yerde, her toprakta o ilk gül devrinin etkisiyle mi bilinmez bir bereket oluyor.
Sadî’nin Gülistan’ında yer alan, “Toprak ol toprak ki gül bitiresin; zira topraktan başkası gül bitirmez.” sözü ile her toprakta gül yetişebileceğini gösterdi. Toprak olmaya hazır binlerce gönül eri, gül muştusu ile bilmedikleri diyarların toprağına toprak olmaya gittiler, çünkü o gül, kupkuru çölleri cennetlere çevrilen Gül’ün tohumlarıydı. Şairin dediği gibi; Baharın zikridir çiçekler…
Kendi diyarının sesini, müziğini zaman zaman ötekileştirmek de bu toprakların ortak kaderiydi. Gün gelir Peygamberlerin ilahi sesi o beldede makam bulmayınca hicret kaçınılmaz olur. Bu peygamberlerin adı konulmamış kanunu, o yolda olanlara da miras kalmıştır.
Hekimoğlu İsmail’in dediği gibi: “O gönlünü gülşen etmişti. ‘Resulullah’ın terinde gül kokusu var’ diye, bu yolu seçmişti, ‘Dikenler benim hatalarım, gül onun’ deyip gözyaşlarıyla bu bahçeyi suluyordu. Domur domur, gonca gonca güller vardı. Güller renk renk, desen desendi. Buram buram kokuyor ve yeşil yeşil yapraklar, manzaraya bir başka hal veriyordu. 1970’lerde başlayan hitapları bugün Türkiye hudutlarını aşmış, Türk Cumhuriyetlerinde ve dünyanın dört bir bucağında yeni yeni çiçekleri açtırmıştır. Cennet gibi baharın birer müjdecileri olarak.
Sonuçta, benzer hayatlar ve ızdıraplar yaşanınca oluşan gözyaşı, susuz çölleri suluyor ve bu çöllerde güller yetişiyor. O zat da bu çöllere gözyaşı ile güller yetiştirdi. Zübeyir Gündüzalp’in dediği gibi “Yeşilliği sevmeyenler olacak yakacaklar yıkacaklar, sen bunu sabırla seyredeceksin.” Güllere düşman olanlar, niyetleri kötü olunca güllere saldırdılar ama dikenlerin acısını hissettiler. Bundan da gülleri sorumlu tuttular. Yaktılar talan ettiler bahçeleri. Ama bahçıvan bir kere gül muştusu vermişti. Her toprakta yetişmesi için arılar, o güllerin polenini dört bir yana taşıdı. Gül ve onun güzel kokusu bitmez. Bu bahar hengâmımda bol çiçekli ve bereketli tefekkürlü anlar temennisi ile yayılan bu Sen ve Gül insanlığın makus tarihini değiştiren en basit en önemli yoldur. Unutmayalım ki gülümseyen bir sima dahi bir çiçektir ve gülümsemek sadakadır. Bir gülümseme ile açılan kapılardan barış, sevgi, hoşgörü girer.
Anadolu’da “Gül koklamak sevaptır” diye bir söz vardır. Gül koklatmak, sevap kazanmak için gül bahçesi ekmek, büyütmek ve ona gerekirse gözyaşı ile su vermek nedir… İşte gelecekteki bu cennet bahçelerinin en güzel yerleri bu güllerin açtığı yerler olacaktır. O günleri müjdeleyenlere, hazırlayanlara selam olsun.
Gül Muştusu Sunan Adam, hayatı boyunca karşılaştığı zorluklara rağmen, insanlara sevgi ve umut dağıtan biri olarak hatırlanacak. Onun hikayesi, Anadolu’nun toprakları gibi, zamanla daha da değerlenen, unutulmaz bir miras olarak kalacak.
Bu hikaye, Anadolu’nun bağrından fışkıran bir yüreğin, hayatın her safhasında nasıl umut ve sevgi saçtığını anlatır. Gül Muştusu Sunan Adam, sadece bir hikaye değil, aynı zamanda insanlığın ortak öyküsüdür.
Gül Muştusu Sunan Adam’ın hikayesi, Anadolu’nun derinliklerinden gelen bir ışık gibi, karanlıkta yol gösteren bir kutup yıldızı gibidir. Onun yaşamı, zorluklar ve meydan okumalarla dolu olmasına rağmen, her zaman sevgi ve umutla doludur. Bu hikaye, insan ruhunun kırılganlığını ve aynı zamanda dayanıklılığını simgeler. Her birimiz, kendi hayatımızda bu gül muştusunu sunan adamların izlerini taşırız. Bazen hocamızdan bazen amirimizden bazen abi dediklerimizden hep o Gül Kokusunun izlerini alırız. Onların mirası, bizim eylemlerimizde, düşüncelerimizde ve en önemlisi kalbimizde yaşar.
Bu hikaye, aynı zamanda, bir toplumun, bir milletin ve hatta tüm insanlığın, karşılaştığı zorluklara rağmen nasıl bir arada durulabileceğinin ve birbirini destekleyebileceğinin bir örneğidir. Dayanışma ve muavenet ile kardeşlik destanını en zor zamanda bile canlı tutanlara yol gösteren Gül Muştusu Sunan Adam, bize, bir topluluğun hatta bir medeniyetin, ancak içindeki bireylerin birbirine karşı gösterdiği sevgi, anlayış ve hoşgörü ile büyüyüp gelişebileceğini hatırlatır.
Ve şimdi, bu hikayenin sonuna gelirken, Gül Muştusu Sunan Adam’ın bize bıraktığı en büyük dersi hatırlamalıyız: Sevgi ve umut, en karanlık zamanlarda bile yol gösteren ışıktır. Bu ışık, her birimizin içinde yanar ve bizi daha iyi bir geleceğe doğru ilerlemeye teşvik eder. Bu ışık, her birimizin kalbinde, Gül Muştusu Sunan Adam’ın bize bıraktığı mirasın bir parçası olarak parlar.