SAYGIDEĞER HOCAM!

SAYGIDEĞER HOCAM!

M. SAİD HİZAN

Ben 50 yaşlarında bir öğretmenim. Bize kumpas kurulan o meşum gecede tutuklandım ve yaklaşık 6 yıldır Afyon hapishanesinde esir olarak tutuluyorum. Bugün arkadaşlarla uzun süre sohbet ettik ve sohbet sonrasında sana bir mektup yazmak istedim.

Sana yıllarca iftiralar atıldı ve ruhun bu iftiralardan dolayı sıkıldı. Oysa biz biliyoruz ki; senin makamın bu üstümüzdeki gökten bile yücedir. Elmaslarla, yakutlarla, zümrütlerle dolu bir deniz, üstünde yüzen bir gemiden şeref kazanır mı hiç? Gökyüzünde devamlı ışıldayan güneşin dünyada bir ev sahibi olmaya ihtiyacı var mı? Senin padişahlığını sana halk vermedi; senin padişahlığın askerlerle ve hazinelerle desteklenmiyor. Sen; göklerin ve yerin yaratıcısı (cc) tarafından seçilmiş ve bize hediye olarak gönderilmiş bir padişahsın. Bize zulmedenler bedenlerimizin padişahıdır, oysa sen gönüllerimizin padişahısın. Geçici olarak bu dünya yurdunda bizimle kalacaksın ve sonra ait olduğun yere döneceksin. Bir padişah da onun atı da kale kapısından giriş yapar ancak biri sarayına gider ve tahtına oturur, diğeri ise ahıra gider. Seninle sana zulmedenlerin aynı yerde oluşlarının belki tek hikmeti işte bu.

Bu mektubu sana yazmamın iki sebebi var. Birincisi: muhtemelen ben ve benim durumumda olanların başına gelenleri sık sık düşünüyor ve üzülüyorsun. Lütfen üzülme! Ben ve benim gibi binlerce Murat feda olsun ancak senin gözlerinden bir damla yaş gelmesin. Yaşadığımız sıkıntılar, sevgi ve sadakatimizi ispatlayan birer imtihan. Ve katlandığımız zorluklar ölçüsünde sevgimiz daha da büyük olacak ve sevgi sayesinde meleklerin yaşadığı gibi bir hayat yaşayacağız. Çünkü aşk ıstıraplarıyla büyüktür. Ya da onlar birer bulut hocam, hem de bahar bulutları. Bize bir kere “talebem” desen, tüm bu bulutlar dağılacak. Ya da uzaktan bize selam göndersen, ufkumuzda yeniden güneş açacak.

Herkes ölür fakat herkes gerçek anlamda yaşamaz. Biz seninle birlikte gerçek ve mutlu bir hayat yaşadık. Biz seni ve senin temsil ettiğin davayı tanıdıktan sonra gerçek mutluluğu tattık. Şimdi öylesine mutluyuz ki mutluluk adeta bize yapışmış; kovsak da gitmiyor. Bu zalimler her gün üzerimize zehir döküyor ve hayatımızı acılaştırmaya çalışıyor ancak sahibimiz ve koruyanımız olan Allah bizim ruhumuza her gün daha fazla şeker döküyor ve hayatımızı tatlılaştırıyor. Mutlu olduğumuza inan sevgili hocam.

Ben seni tanımadan önce son derece alelade bir insandım ve sıradan bir hayat yaşıyordum; büyük bir vücudun herhangi bir hücresi gibi bir hayat yani. Ufuklara açılmayan ve limana demirlemiş bir gemi, şuurunun fenerini söndürmüş ve farkında olmadan yaşayan bir zavallı, ayağındaki zincirlerden başka kaybedecek bir şeyi olmayan bir yoksuldum ben. Yaşaması ile ölmesi arasında herhangi bir fark olmayan canlılardan birisi idim; ya da ölmediği için mecburen yaşayan ve gömülmesi unutulmuş bir cenaze. Bir cins isimdim ben; denizde bir dalga, ormanda bir ağaç, sürüde bir koyundum. Bu dünyada sadece bedeni kadar yer kaplayan bir cisimdim; bir ağaç, bir taş veya bir sümüklü böcek gibi tıpkı. Ümitleri sönmüş, hayalleri kaybolmuş bir maceraperesttim. O zamanlar ölseydim, bedenimle birlikte ruhumun da toprağa gömüleceğini ve kemiklerimin bile çürümeden unutulacağımı düşünürdüm. Mutlu muydum? Bir banka veznedarının, bir harem ağasının mutluluğu kadar, evet. Bu hayattan, keçiboynuzunun tadı kadar zevk alıyordum yalnızca.

Sonra seni tanıdım. Daha doğrusu kader, beni, senin mana denizinin kıyılarına sürükledi. Seni ve senin temsil ettiğin davayı öğrenince anladım ki: ben aslında yaşamıyormuşum; sadece, günün birinde öleceğini unutmak için hala yaşıyor olduğu hakikatine sarılan kelebekler gibi sağa sola uçuyormuşum. Sen, bana bu sıradan hayatı güzelleştiren ve onu anlamlı kılan büyülü iksiri sunan bir simyacısın. Senin sunduğun iksir sayesinde hem benim hem de ailemin hayatı anlam kazandı. Önceleri, Cuma namazı çıkışında Kur’an Kursu için 1 TL sadaka verince kendini cömert hisseden bir adamdım; şimdi ise tüm hayatını hizmete vakfeden ama yine de “Allah yolunda başka ne verebilirim acaba?” diye düşünen birisiyim. Sabah yataktan kalkınca “acaba şimdi ne yesem” diye düşünen bir bencildim; şimdi ise “acaba Orta Asya’daki öğrencilerimiz bugün yemek bulabilecekler mi” diye düşünen bir diğergam oldum. Yani damla iken deniz oldum hocam, zerre iken bir şems oldum adeta. Sokağa atılan bir paçavraydım, şimdi ise ipek bir kumaşın kenarındaki oya oldum. Değeri olmayan bir paraydım, şimdi ise antika kadar kıymetli oldum.

Bu söylediklerim aklıma geldikçe ayağa kalkıp raks edesim geliyor; şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyorum artık. Diyorum ki kendi kendime: “Ben kimim ki benim gibi bir işe yaramazın omzuna böyle bir kutsi dava yüklensin. Adeta dilenciye mülk bağışlansın. Melikin atiyyelerini onun matiyyeleri taşır. Ben layık değilken nasıl olur da bana da ‘sen de gel’ denir ve bir görev verilir”! Öyle mutluyum ki hocam, davul ve zurnacı çağırıp 40 gün 40 gece şölen yapasım geliyor. Sahi, diğer kardeşlerim kendisini nasıl zaptediyor; parmaklarını mı ısırıyorlar mutluluk çığlıkları atmamak için? Yoksa, kıskananlar olmasın diye, ruh dünyasında mı yaşıyorlar panayırları?

Sözün kısası; sen üzülme hocam. Biz seninle mutluluğu tanıdık ve hala da mutluyuz. Mutluluğumuzun zekatını bize zulmedenlere versek, onlara o parça yeter de artar bile. Sen üzülme ve yoluna devam et; bizi Allah’ın izni ile hep yanında bulacaksın. Araplara kum veya Eskimolara kar satmak istesen bile senin yanındayız; tabii eğer sen bizi kabul edersen. Eğer şimdi Kestanepazarı’ndaki kulübeciğin gibi bir yerde yeniden farklı bir hizmete başlarsan, lütfen bizleri de unutma. Senin davanın bulaşıkçısı, bekçisi veya tuvalet görevlisi olmayı, bu dünyadaki tüm mevki ve makamlara tercih ederim. Sen yürü hocam, geriye bakma.

Ancak şu da bir gerçek ki seni çok özledik. Bizler senin sohbetlerinden akan hikmet sütüyle beslenmiştik ve şimdi aç kaldık. Sen gidince karaya vurmuş bir balık gibi çırpınıyoruz, denizden ayrılan su birikintisi gibi karardık ve kokuştuk, ağacından ayrılan dal parçası gibi kuruduk. Oysa sen şimdi yanımızda olsan ve bize o gönüllerde iman çiçeklerinin açmasına vesile olan sohbetlerinle yurdumuzu şereflendirsen bizler yeniden yeşeririz. Güneş görmüş kuru asma çubuğu gibi üzüm veririz hemen. Bizler şimdi körüz ve bir değneğe ihtiyacımız var. Değnek olmadan nasıl yürürüz bu tehlikeli yollarda? Değnek dedim, estağfirullah, ne değneği? Sen bir çift gözsün bizim için. Gören gözler yüz değnekten daha çok işe yarar. Sen, bu insanların oluşturduğu bedenin nurlu gözlerisin. Sen Ay’sın biz ise gece, sen Bahar’sın biz ise güz ayları. Ne olur bizi sohbetinden mahrum bırakma, bir dadı gibi çocuklarını gör-gözet.

Bu mektubu yazmamın ikinci sebebi şudur: (haddim olmayarak) koğuşumda bir gözlem yaptım. Dedim ki acaba Hocamın hayalini kurduğu altın nesil oluştu mu? Hocamın yerine teftiş edeyim ve sonra ona ulaşabilirsem bu raporumu ona sunayım. Saygıdeğer ve mahzun Hocam! Tarafsız gözlemim şu ki o altın nesil gerçekten şu anda var ve onların bir kısmı bizim koğuşumuzda. Neden mi? Anlatayım:

Bu koğuşta çok farklı meslekler yapmış ağabeylerimiz ve kardeşlerimiz var. Hiçbirinin ağzından bir gün bile “Keşke bu hizmeti hiç tanımasaydım” türünden bir söz duymadım. Hepsi bu hizmeti can-ı gönülden seviyorlar ve ona hala bağlılar. Hatta bazı işadamları, tüm hayatları boyunca alın teri ile kazandıkları servetlerinin bazı siyasiler tarafından gasp edilmesine değil de Afrika’da inşaatına başlanılan okulların yarım kalmasına üzülüyorlar. Öğretmenler maaş almadıkları için değil talebelerinden uzak kaldıkları için mutsuzlar. Ve İslam tarihinde okuduğumuz yüce ruhlu insanların aynısını gördüm ben bu cemaatte. Esved bin Yezid en Nehai hazretleri gibi namaz eda edenlere şahit oldum bu koğuşta. Ben yatsı namazını kılıp yatıyordum ve yaklaşık 5 saat sonra teheccüt namazına kalkıyordum. Ben yatarken namaz kılan o adam, ben teheccüde kalktığımda hala namaz kılıyordu ve her günü böyleydi. Kur’an okumayı bile bilmeyenlerin hafız olup tahliye olduğunu duydum. 24 saat boyunca koğuşta Kur’an sesi eksik olmasın diye sırayla Kur’an okuyan şakirtleri bizzat gördüm. Koğuşa verilen sabah kahvaltısında bir yumurta fazla verilince onu iade eden kardeşlerimiz, boş yere elektrik yanmasın diye lüzumsuz lambaları söndüren abilerimiz, koğuş temiz kalsın diye belli aralıklarla onu yıkayan dava arkadaşlarımız var burada. Yani altın nesil değilse bile altın neslin habercisi olan bu arkadaşlar, sizi ve davanızı çok seviyor ve “birileri beni kovsa bile ben buradan başka bir yere gitmem” diyorlar. Bilesiniz istedim.

Değerli Hocam! Şimdi yanımıza gelseydin, talebelerinin birbirlerine nasıl sabrı ve hakkı tavsiye ettiğini görürdün. Gelseydin, senin iftiraya uğrayan talebelerinin hapislerde nasıl metanetle kaldığını ve ülkenin huzurunu bozmamak için kendilerine yapılan haksızlıkları sinesine çektiğine şahit olurdun. Gelseydin; bu dönemde acizliği ve fakirliği derinden hisseden, buna rağmen Yaratanına (cc) şükreden ve İslâm’a hizmet etmek için hala şevk dolu gençlerle tanışacaktın. Gelseydin, sofralarımızda bir tabak ve bir kaşığın fazla, namazlarda bir safın eksik olduğuna şahit olurdun.

Gel hocam, her şeye rağmen gel! Bir bakışınla bize inşirah ver, bize düşmanlık yapanları korkut. Gökteki ay ağzını açmadan bile kervanlara yol gösterirse, ağzını açsa kim bilir neler yapmaz! Sen bu durumda bile akıllara akıl hocalığı yapıyorsun, bir de gelsen ve bize düşmanlık yapanlarla bir konuşsan kim bilir onları nasıl ikna ederdin?

Hasretle ve saygıyla…

Pür-kusur taleben

Murat Neda

NOT: Bu mektup ZİNDANDAKİ CENNET isimli kitabımızda yer almaktadır.

ZALİMLER VE ZULÜMLERİ

22 Ekim 2024

GURBETTEKİ SENİ SEVDİK

22 Ekim 2024

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir