HAVVA GÖNEN
Türkiye’nin kuzey doğusunda dünyaya geldim. Kendimi bildim bileli, yanımızda olmayan abimin en değerli emanetleri olan, dışı manzara resimleri ile kaplı üç kitap vardı evde. Aile fertlerinin Kur’an’dan sonra bu kitaplara da belli ölçüde saygı duyduklarını hissederdim hep ve bunu çok sevdikleri oğullarının bir hatırası olmasından dolayı diye düşünürdüm.
Büyüdükçe kitaplara bakış açım da büyümüştü ve zamanla dışlarının neden manzara resimleri ile kaplı olduklarını da anlamıştım. Sözler Mektubat ve Lem’alar… Uzun yıllar Risale-i Nur külliyatını bu üç eserden ibaret gördüm. Bu kitaplarla beraber elimizde adı hayırla anılan “Sair Abi” de benim için efsane bir isimdi.
Türkiye’nin karanlık yıllarında gençlerin birbirini öldürmek için fırsat kolladığı, birilerinin oyuncağı olduğu dönemde askerlik vazifesini şarkta öğretmen olarak yapan, bu süreçte de gençliğin imanını kurtarma derdinde olan güzel bir insan, bir Risale-i Nur talebesi… Henüz 16-17 yaşlarında olan abimin komünistlerle arkadaş olup onlara benzemeye başladığı ve Lenin’in kitabını aldığı ilk gün, tek bir bakışla abimin hayatına girmiş ve sonrasında da bütün ailenin…
İmanlı, abdestinde namazında bir anne ve babanın evladı olsa da zaman çok çetinmiş. Burada şunu söylemeden de geçemeyeceğim annem ve babamın duaları vesilesiyle kalpteki kilidin açılıp Üstadımın gayretleriyle içine iman ve Kur’an muhabbeti yerleştirildiğine inandım hep. Belki sadece bir gencin kalbine girildi zannediliyor ama onun vesilesiyle büyük bir ailenin bütün çocuklarının hayatının yörüngesi de belirlenmiş oldu.
Bu yazıyı neden yazıyorum tam olarak bilmiyorum. Sanki üzerimde hakkı olanlara bir vefa duygusu… Yıllar sonra manzara resimleri kaplı kitapları henüz çocuk olan biz dört kardeşe okuyup açıklamakta yine bir asker Nur talebesine vazife oldu. Sanki Rabbim onu bizim için göndermişti. Kitap haline saygı duyduğum o eserler artık benim için çok farklı manalar taşıyordu.
İçimdeki Risale-i Nur ve Üstad sevgisi üniversite hazırlık yaşına kadar artarak devam etti. Ama şahsi kulluğun ötesinde bu dine hizmet adına neler yapacağım sorusu İmam Hatipli olmama rağmen kafamda gittikçe büyüyordu.
Nihayet Çemberlitaş Fem’de tanıdım hizmet insanlarını ve orada kendimi buldum. Ben önce Hizmet’i, hizmet etmeyi, hizmet öğretmenlerini sevdim. Hocaefendi, hizmetten sonra gelen saygı duyulacak bir vaizdi benim için. O’nun sohbetine ilk katılışım da meşhur 92 FKM sohbetleri ile olmuştu. Her dediğini derinlemesine anlayamasam da ortam güzel, insanlar kaliteliydi ve beni ilgilendiren asıl mesele Üstadımın tarif ettiği yol olduğunu düşünmemdi.
Zaman içinde dinlediğim vaazlarıyla, bana çok sevdiğim Peygamberimi ve sahabe efendilerimizi tıpkı bir film sahnesi seyrediyormuşum gibi anlatmasını sevdim. Üstadımın ‘davam’ deyişini anlatırken, O’na gösterdiği saygıyı ve sevgiyi sevdim. Ufkunun bütün dünyayı kaplayışını, Efendimizin nam-ı celilini dünyanın her tarafına götürme azim ve gayretini sevdim. Herkes birbiriyle özellikle de topyekün O’nunla uğraşırken O’nun hiçbir şeye takılmayıp alevleri göklere yükselen yangından bütün dünya insanlarını kurtarma azmini sevdim. Eski insaflı bir siyasinin söylediği gibi biz O’nun ufkuna yetişemedik. O’nu olması gerektiği gibi anlayamadık, gözyaşının kıymetini bilemedik. Oysaki o gözyaşları dünya çapında çiçekleri suladı ve inşallah sulamaya, tertemiz capcanlı çiçekler yetiştirmeye devam edecek.
Dar-ı bekaya irtihalini ilk duyduğumda, beklenen bir göç olmasına rağmen şok yaşamakla beraber son dönemdeki videolardaki rahatsızlıklarını görünce “Ey Rabbim bizler için zor olsa da kimseye muhtaç etme, O’nun için en hayırlı şekilde sevdiğine kavuştur…” diye içten içe dualar ediyordum. İlk günkü hissiyatım büyük bir dua kapısının kapandığı ve bizlerin evrad-ü ezkarımızı artırmamız gerektiğiydi.
Vefatının, beni bu kadar etkileyeceğini düşünmemiştim. Sonuçta Hizmet devam edecek inşallah ama kalplerde o boşluk ve keşkeler hep olacak herhalde. Yaşayışıyla örnek, eğitimci oluşuyla örnek, güldürmek için ağlayışıyla örnek oldu. Kandan irinden deryaları aşarken Elif gibi dimdik yürüdü ruhunun ufkuna, alim bir zat olan Ramiz babasıyla aynı gün, 20 Ekim’de… Cenazesi, Üstadınınki gibi sadece sevenleri tarafından kaldırıldı belki ama o sevenler, dünyanın dörtbir tarafından farklı dil ve ırktan talebeleriydi. Binlerce talebesinin cenazesinde bulunmasının yanında milyonlarcası evinden seyrederken döktü gözyaşlarını hocasından dünyadaki ayrılığına.
Böyle bir cenaze bir daha görür müyüz? İhtimal vermiyorum bu kadar istiğfarlar, kelime-i tevhidler, İhlaslar, Fatihalar, Yasinler hatimler kaç Müslümana nasip oldu ve olur?
Ah hocam canım hocam, her okuduğumda, her dinlediğimde gözyaşlarımı tutamadığım Medine’nin Gülü’nde dediğin gibi “Ne olur hiç olmazsa grubun tülû olsun” mısraı öyle zannediyorum ki hepimizin kulaklarında çınlıyor. Bütün videolar vaazlar daha bir anlamlı geliyor şimdi.
Yazıya evdeki üç kitaptan ve gittiği her yeri vazife alanı gören gerçek bir Nur talebesinden bahsederek başlamıştım. Evet, gittiğimiz her yere bir tohum bırakmak o tohumları kitaplarla, dualarla, gözyaşlarıyla sulamak, sonuçlarını tahmin edemeyeceğimiz, daha doğrusu tahmin etme gereği bile duymadığımız “biz seferden sorumluyuz, zaferden değil” anlayışıyla karşımızdaki büyük yangını görüp içindeki evladımızı, imanımızı kurtarmaya koşarken engel olmak isteyenlere takılmadan hiç durmadan hedefe doğru yürümeyi Rabbim hepimize nasip etsin.