METİN YAZAR
Pazartesi sabahının gri bulutları altında, saat sekize doğru, her zamanki gibi otobüs durağında bekliyordum. Etrafımda sabahın ağırlığını sırtlamış, yüzlerinde umutsuzluğun çizgileri beliren mutsuz insanlar vardı. Hayatın akıntısına kapılmış bu kalabalıkta bir dalga gibi savrulurken, cebimdeki telefon titredi. Bu saatte gelen bir mesaj önemli olmalıydı. Oğlum attığı tek cümlelik mesajda: “Hocaefendi vefat etmiş.” diye yazmıştı.
Bir an, içimde derin bir boşluk oluştu. Sanki durak, insanlar, yoldan geçen madeni cisimler dondular ve ben boşlukta asılı kalan bir yaprağa döndüm.
Türkiye basınında Hocaefendi’yle alakalı, son zamanlarda hastalığın ve vefat haberlerinin ardı arkası kesilmiyordu. Bu yüzden, oğlumun mesajını ilk anda kuşkulu buldum. Bu yalan haberlerden birini görmüş olabilir diye. Ancak bir hafta önce gördüğüm rüyayı anımsayınca, oğlumun haberinin doğru olduğu kanaati bende arttı. O rüyada Hocaefendi’nin, Türkiye’deki olaylara son noktayı koymak için geldiğini görmüştüm. Hayatın akışındaki bu beklenmedik kesişim, geçmişle geleceğin buluştuğu bir an olabilirdi.
Bir dakika sonra, eski bir bankacı olan hapishane arkadaşım Reşit’ten de bir mesaj geldi. “Başımız sağ olsun?” diye yazmıştı. Onu başka bir arkadaşımın aynı minvaldeki mesajı takip etti.
Bu kişiler, hırsız ve münafık tayfanın ajanslarının fısıldadığı sahte haberlere kulak vermezlerdi. Böylece olmasını dilemediğim, olduğunda da itidalle karşılayacağım göklerin emrinin vaki olduğuna kanaatim geldi.
Birdenbire içimde buz gibi bir rüzgâr esti; gönlümün taze baharı, ansızın kışın ayazına döndü. Artık çevremdeki insanlara boş gözlerle bakıyordum; sanki kalbimin kapıları sertçe kapanmış, gözlerimdeki ışık sönmüştü. Öfke, yüreğimde yılların birikimiyle coşmuş bir sel gibi kabarıp taşmıştı. Gün gelecek, Hocaefendi’ye ve ona gönül vermiş dostlarına yapılan zulümlerden ötürü bu insanların tövbe edip helallik isteyeceğine dair umut kırıntıları, bir anda savrulup karanlıkta kayboldu.
Eskiden olduğu gibi bahar havası, barış kokusu olacak diye düşündüğüm o umutlu yarın, bir hüzün bulutunun ardında kaldı. Hakkın, hukukun üstüne basıp geçen, yollarına çıkan her güzel yapıyı talan edip yıkan bu kalabalığın başına, ilahi adaletin bir gereği olarak, tıpkı geçmiş kavimlerin başına gelmiş, bunların da fazlasıyla hak ettikleri ilahi bir azabın gelmesini diledim.
Kendi kendime “Siz cahil, rezil, kötü, çirkin, kirli, zalim, ahmak insanlarsınız. Hatta insan değilsiniz” dedim.
Kuşkusuz, tertemiz, mükemmel biri değilim; kusurlarım, noksanlarım ve zaaflarımla varım. Yine de böyle bir toplumun içinde bulunmak iliklerime kadar duyduğum bir acı ve tiksintiye neden oldu.
Bunların bir kısmı, bugün zararını bizzat yaşadıkları halde, akla hayale gelmedik iğrençliklerin devam etmesi için Tayyip’e körü körüne bağlı ve sonsuz desteklerini esirgemeyen kimselerdir; diğer kısmıysa, ayağımızın altındaki kaldırım taşları kadar duyarsız, vicdanları çoktan nasır tutmuş kimseler. Ne var ki günün her saati onlarla iç içeyim; aynı havayı solumak, aynı yoldan geçmek zorundayım.
Açıkça görünüyor ki büyük bir çelişki ve savrulmanın içindeyiz. Bu toplumda artık hiçbir ortak yön, hiçbir birleştirici unsur kalmamış. Ne hüzünde ne sevinçte bir aradayız. Birimizin “ak” dediğine diğeri “kara,” birimizin “temiz” dediğine öteki “batak” diyor. Kendi içinde bölünmüş, darmadağın olmuş bir kalabalık olduk; aynı dili konuşur gibi görünsek de her birimizin farklı duygu, düşünce ve inançları var. Belki hepimizin peygamberi Hazreti Muhammed, kitabı Kur’an’dır. Fakat amellerimiz ve düşüncelerimiz ortaya koymuştur ki inanç ve itikadınız bir değildir.
Sözgelimi, haberi yüreğimi büyük bir hüzne boğan vefat hadisesi, bazılarının umurunda olmayacak, bazılarını ise ezan anında uluyan itlere dönüştürerek ulutacak; sevinç ve coşkudan çılgına çevirecektir. Bu tezat, toplumun içindeki derin yarılma ve vicdan körlüğünün sonucudur.
Değerlerimi pis ayaklarının altına alıp çiğneyenle, acımı bayram eyleyenle aynı coğrafyaya ait sayılmanın hiçbir anlamı yoktur. İster aynı ister farklı ana babadan dünyaya gelmiş olalım; böyle bir zihniyetle aramızda bir ortak nokta, bir birleşme zemini bulmak mümkün değildir. Aynı şehirde yaşasak da aynı kaldırım taşlarını adımlasak da aynı gök kubbenin altında aynı yağmurda ıslansak da aslında birbirimize değil dünyada, ahirette bile yan yana gelmeyecek kadar uzak düşmüşüz demektir.
Acı haberi aldığım ilk anda, hüznümü ve acımı doğru ve gereği gibi yaşayamadım. En basitinden, iki damla gözyaşını bile uluorta dökemedim; içimde ağladım ve gözyaşlarımı içime akıttım.
O an acı, içimde bir yumru gibi oturdu. Göğsüm sıkıştı ve kısa bir an nefes almakta zorlandım.
Yolun tam kenarında duruyordum ama içimdeki acı bir yük gibi ağırlaşınca biraz geri çekilip kaldırımın ötesine geçtim. Bu esnada bir otobüs yaklaştı ama ben binmedim. İşe gitmekten vazgeçmiş değildim; ancak acım o kadar tazeydi ki o iğrenç insanlarla aynı mekânda bulunmaya kendimi hazır hissetmiyordum. Daha sabahın erken saatleri olmasına rağmen, otobüste vefatı haber almış kimseler çıkabilir ya da radyoda yandaş kanallardan biri ayarlı olabilirdi.
Daha önce, hırsız taifesinden bazı siyasetçilerin sesini duyduğumda veya pis pis konuşanlar olduğunda şoförlere kızarak radyonun sesini kıstırmıştım. Ama bu kez durum çok farklıydı; eğer köpekler gibi havlayan haber sunucularına halktan birileri katılırsa, itidali koruyamayabilir, bir olay çıkartabilirdim. Bu yüzden, bir süreliğine kenarda beklemekte yarar gördüm.
On dakika kadar durağın gerisinde durup soluklandım ve kendimi ortama, uluma ve havlamalara hazırladım. Bu esnada, telefonuma vefat mesajları gelmeyi sürdürüyordu. Birkaçına mukabele etme gereği duydum. “Veren de alan da Allah” diye karşılık verdim.
Mesajların hepsi Hocaefendi’yi sevenlerden geliyordu ve hepsi de gizli özneyle yazılmıştı: “Acı haberi aldın mı? Çok üzücü bir olay. Allah bizlere sabır versin.”
Her biri, yaşadıkları üzüntüyü paylaşmaya çalışıyor ama içten gelen bir özlem veya kaygı, kelimelerin ardında sessizce yankılanıyordu.
Koşullar çetindi; kimsenin olayı en doğru ve en açık şekilde haber verme hürriyeti yoktu. Kana değmiş düşmanın dişlerinden zehir damlıyordu. Bu ahvalde masumlara da gizli, kapalı, sessiz ve küçük sözcüklerle bu acıyı paylaşmaktan başka çare kalmıyordu.
İnsanlık tarihinin en saçma anlayışının hüküm sürdüğü bir ülkenin esirleri haline gelmiştik. Burada, insanlar yalnızca yaptıkları iyi fiillerden değil, söyledikleri ve hatta düşündükleri müspet şeylerden ötürü de yargılanıyor, cezalandırılıyor ve ağır yaptırımlarla karşı karşıya kalıyordu. Yanlış ve kanunen suç sayılan fiillerin failleri ise ödüllendiriliyor, alkışlanıyordu.
Ben ve benim gibi birçok kişi, bu çarpık düzende bir kötü iş yapmadığı ve çirkinleşmediği için cezalandırılan ve ağır yaptırımlara maruz kalanlardandık. Sözgelimi, Hocaefendi’nin vefatına üzülme, taziye verip-almaya hakkımız yoktu.
Çok sıradan bir ailede dünyaya gelmiş bulunan M. Fethullah Gülen sıra dışı işler başarmıştır. Türkiye’de başlattığı bir eğitim ve sosyal hareket, dünyanın yüz altmıştan fazla ülkesinin şehir ve kasabalarında eğitim ve sosyal amaçlı kurumlar açmış veya açtırmıştır.
Bu çapta dünyada başka bir yapı ve hareket daha yoktur. Milyonu aşan taraftarıyla bu Hizmet Hareketinin mensuplarının dünyanın en eğitimli, nitelikli ve ahlaklı insanları olduğuna kuşku yok. İçlerinde bir tek cahil, bir tek yolsuz, bir tek hırsız ve bir tek ahlaksız çıktığını duymadık. Yapı o kadar sağlam ilke ve temeller üzerine oturtulmuş ki çok sağlıklı bir beden gibi içindeki toksitleri ve zararlıları doğal bir şekilde hep dışarı atmasını başarmıştır. Bunun da örnekleri mevcuttur.
Hizmet Hareketini seven ve taraftar olanlar ne kadar ilkeli, dürüst ve mutedil ise karşıları/karşıtları da o nispette ilkesiz, çirkin, cahil, suçlu ve kirli kimseler olduğunu görmekteyiz.
Alimdi; Seyyid Abdülkadir Geylani, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Muhyiddin İbn Arabi, Mevlana Halid, Bediüzzaman gibi iman ve itikat, sevgi, hoşgörü ve ilahi aşk, tasavvuf konularında öğretiler ortaya koymuş, İslam fikir ve düşüncesinde, fıkıh, kelam ve tasavvuf alanında çokça eserler vermiştir.
Filozoftu; Platon, Aristotales, Konfüçyüs, İbn Rüşd gibi kendine özgü bir düşünce ve felsefesi bulunduğunu; mantık, biyoloji, etik ve siyaset gibi pek çok disiplin oluşturduğunu eser ve aksiyonunda görmekteyiz.
Liderdi; kendine en büyük rehber olarak Hz. Muhammed ve çizgi olarak da Said Nursi’nin çizgisini benimsemişti. Bununla birlikte söz ve hareketinde Hz. İsa, Hz. Musa, Hz. İbrahim başta olmak üzere bütün Peygamberlerin izleri var. Yanısıra Mahatma Gandhi, Nelson Mandela, Martin Luther King, Dalai Lama hareket ve aksiyon tarzı olan pasif direniş, sivil itaatsizlik, barışçıl direniş, ırk ayrımcılığına karşı, eşitlik, adalet ve bağımsızlık mücadelesi verme, sevgi, barış ve hoşgörülü bir anlayış ortaya koyduğu ve bu düşüncenin dünya çapında taraftar bulduğunu da görmekteyiz.
Gülen hareketinin, sadık ve fedakâr taraftarları olduğu kadar, müzmin düşmanları da bulunmaktadır. Bu durum, hareketin Türkiye’deki algısı ve uluslararası düzeydeki durumu üzerinde önemli etkilere sahiptir.
Lakin ne Hz. Muhammed’in düşmanları olan Ebu Cehil, Ebu Leheb, Utbe; ne Hz. İbrahim’in düşmanları olan Nemrut ve Putperest kavmi; ne Hz. Musa’nın düşmanları olan Firavun ve Samiri; ne Said Nursi’nin düşmanı olan dönemin tek parti yönetimi Fethullah Gülen düşmanları kadar acımasız ve alçak oldular.
Gözlemlediklerim ve bizzat şahit olduklarımdan hareketle söyleyebilirim ki AKP ve yandaşlarının bu cemaate karşı beslediği kin, insan doğasının doğal tepkileri olan öfke, kızgınlık ve intikamla izah edilemez. Onların yaptığı kötü fiiller, işkenceler, ırza geçme ve hakaretler bildiğimiz retorikle tarif edilemeyecek kadar korkunçtur. Patoloji ve ahlaksızlıkla bir derece izah edilebilirse o kadardır.
Bunlar dalgalı denizdeki bir geminin güvertesinde, bir top güllesi gibidirler. Her an bir uçtan bir uca gidebilir; küpeşteden küpeşteye çarpabilirler. Kırıp, yıkıp geçerler. Gemiye de yolcularına da büyük zarar verirler. Asla durmaz, durdurulamazlar. Zararları her şeye ve herkesedir. Bunlar kontrol ve zıvanadan çıkmış bir güruhtur. Katil desen bunlarda, ırz düşmanı desen bunlarda, hırsızlık ve yolsuzluk desen zaten bunlarda.
Vicdanlarını çoktan kaybetmişler; akılları da mum ışı kadar etrafına aydınlık vermiyor. Gözleri hasetle kör olmuş, elleri sadece yıkmak için kalkıyor. Bir kez hıncın girdabına kapılmışlar, oradan çıkmaya ne istekleri var ne de güçleri. Bu kesimin, bu saatten sonra düzelme, insanlık zeminine dönme imkân ve olanağı yoktur.
Hocaefendi’nin vefatının ardından sergiledikleri tavır, küfür ve kem sözün bir sanat dalı olsa bu kesimi o sanatın duayenleri yapardı. Her sözlerinde bir hınç, her cümlelerinde bir acımasızlık fışkırıyordu. Adeta incelikten, saygıdan nasibini almamışlar; kem söz söylemekte ustalaşmışlar. Öyle ki, bu konuda bir zirve varsa, bu zirveye onlar oturmuşlar. Taş atmaktan, incitmekten zevk alır hale gelmişler ve bunu bir meziyet gibi sergiliyorlar. Saygı ve edepten ne kadar uzak olduklarını her defasında gözler önüne seriyorlar.
Ne yazık ki saygı ve insaf ölçülerini kaybedenler, farklı düşünene ya da edebi bir dille konuşana tahammül edemezler. Edep ve merhametle söylenmiş bir “Mekânı Cennet Olsun” ifadesi bile onların gözünde suç sayılıyor. Bir gazeteci sırf bu sözü etti diye gözaltına alındı, bir yazar ise hak, hukuk ve adaleti hatırlatan cümleler kurduğu için hapsedildi. Düşünce dünyasına, insani değerlere ve nezakete sığmayan bir baskıyla, insanları sadece iyi dileklerinden ötürü bile yargılıyorlar. Kendi çevrelerinde, Hocaefendi’nin vefatına dair paylaştıkları saygılı ve duygusal hislerini ifade eden insanlara eziyet ediyorlar.
Bu düzen öyle bir hale gelmiş ki makbul sayılmanın yolu, onların kezzap diliyle konuşmaktan geçiyor. Kabul görmek için küfür ve karalama yarışında onlarla koşmak gerekiyor. Saygı dolu bir ifade, vicdani bir duruş ya da insanlık adına söylenen iyi bir söz onların anlayışına ters düşüyor; bu tür sözlere asla tahammülleri yok, anlayış göstermeleri ise imkânsız. Öylesine kendi dar bakışlarına sıkışmışlar ki merhamet ve adaletten nasiplenmeyeni yüceltiyor, insanlığını kaybetmeyeni ise dışlıyorlar.
Eğer bir insana ve hele ki bir Müslümana yakışan bir taziyede bulunmak suç sayılıyorsa, o zaman bu düzen, vahşete ve edepsizliğe övgü düzen bir anlayışa teslim olmuş demektir. Sözlerinde insana dair incelik barındırmayanların, saygısızlık ve hoyratlığı kendine tarz edinmiş olanların takdir gördüğü, makbul sayıldığı bir düzen… Bu, hakka ve insaf ölçülerine sığmaz. İyi niyetle, edep ve ahlakla söylenen her sözü baskılamaya çalışan bir zihniyet, aslında kendi insanlık sınavını kaybetmiştir.
Bu şartlar altında, ABD’de vefat eden büyük bir insanın ardından Türkiye insanı gönlünden geçen duygu ve düşüncelerle bir taziyede dahi bulunamadı. Korkudan değil; zira sözlerimizdeki edep ve hürmeti taşıyacak bir ruhu kalmamış, insani değerleri hepten yitirmiş bir güruhun, o sözleri dahi çarpıtıp üzerinde tepineceğini biliyorduk. Bu yüzden, ne yazık ki, sessiz kaldık. Bir büyük insanı, insanca yad etmek arzusundaydık; fakat o güzel sözlerimizin, saygıdan nasibini almamış bir kesimin elinde hoyratça kullanılması riskini almazdık. Bu yüzden, içimize gömdüğümüz o taziyeyi, sükutun çığlı biçiminde dile getirdik.
Hocaefendi, bu vahşiler zehirli dişlerini geçiremeden bu dünyadan göçtü diye, öfkeden kudurmuşlar. Bunu her hallerinde her sözlerinde görüyoruz. Taş tutsalar kemirip kuma çeviren, ellerine geçen her şeyi yok etmeye hazır bir güruh karşısında, zayıf bedenimizi onların hoyrat ellerine teslim etmenin elbette bir manası yoktu. Böylesine yıkıcı, böylesine insafsız bir öfke karşısında sözün ve insaniyetin ne değeri olabilir ki? Her fırsatta çamur atan, her an bir taş daha fırlatmaya hazır olan bu kitleye verilecek en iyi cevap, onlara kendimizi sunmamak oldu.
Allah, düşmanı dahi bunların eline düşürmesin! Zira düşmanlığın bile bir kaidesi, bir onuru olur; ancak bunlarda ne insani bir ölçü ne de bir değer kalmış. Bazen bu tavırlarını anlatmak için yılan, çıyan, sırtlan, kurt ya da köpek gibi mahlukların isimlerine sığınıyoruz. Kim bilir, belki bu masum yaratıklar, kendilerini onlarla bir tuttuğumuz için bizden şikayetçi olacaklar. İnsafı, vicdanı olmayan ve her türlü değeri hiçe sayan bu zihniyet ne bir yaratılmışla ne de insanlıkla kıyas kabul eder.
Allah, insanlığa dahi rahmet nazarıyla bakan yaratılmışları, bu hoyratlığa muhatap olmaktan uzak tutsun.
Hocaefendi -kendi tabiriyle- ruhunun ufkuna yürüdü. Biz ise burada, hırsızın köpekleri içinde, bu çorak düzende bir müddet daha yaşamaya mecburuz. Vicdandan, merhametten yoksun olanların çevresinde sürdürdüğümüz bu zorunlu hayat, insana ağır gelen bir imtihan. Onun ruhu yüce bir makama erişirken, biz de burada, adaletsizlik ve insafsızlığın hüküm sürdüğü bu zorlu coğrafyada, sabrın ve metanetin gereğini yerine getirmeyi sürdüreceğiz. Dünyamızdan bir “Gülen” göçerken biz ardından nemli gözlerle bakmakla yetindik. Allah ona rahmet ve merhametiyle muamele etsin bize sabrı cemil versin.