KALB-İ İSLAM’I AĞLATACAK MÜTHİŞ TOPLUMSAL BİR HASTALIK

KALB-İ İSLAM’I AĞLATACAK MÜTHİŞ TOPLUMSAL BİR HASTALIK

ABDURRAHİM KAPIKULU

Hazreti Bediüzzaman; âhir zamanın dehşet ve felâketlerinin, asırlardır iman kalesinde yapılan tahribatların tamir ve tahkimlerinin bir insanın ömrüne sığmayacağını, kendi zamanında yapılan “imanı kalplerde hâkim kılma” faaliyetlerinin, gelecekte bu görevleri tamamlayacak olan “milyonlarca fedakâr insana zemin hazırlamak” olduğunu ifade ediyor.

Bugün itibarıyla, Üstadımızın ve Nur erkânı ağabeylerimizin; tırnaklarıyla kazıyarak, zindanlarda, mahkeme salonlarında, tecritlerde ömür tüketerek, dağları taşları düzlediklerini ve temizlediklerini; gelecek imanlı nesiller adına bereketli tarlaları ekime hazır hâlde, alınlarının akıyla günümüz nesline teslim ettiklerini görüyoruz. Yüce Allah’ın rızası ve rıdvânı üzerlerine olsun.

Emaneti bihakkın emin olarak teslim alan muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi Hazretleri, bu mübarek tarlaları gözyaşlarıyla sulamış; cehd, azim ve gayretiyle tek tek diktiği filizleri bir ömür boyu büyütmüş, bakım ve görünümlerini ihmal etmeden meyve ve tohum verecek hâle biiznillah getirmiş; sonra da dünyanın 170 ülkesinde dikilen fidanlarla -geçmişte ulü’l-azm peygamberlere bile nasip olmamış şekilde- bütün kıtalarda ve ülkelerde yeşerip büyüyüp gelişmesine vesile olarak, dünya insanlığını dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşturacak bir potansiyele, biiznillah, biinayetullah, bilütfullah ulaştırmıştır.

Böyle bir helâket ve felâket asrında; insanlık tarihinde işlenen bütün günahların adeta bir günde işlendiği bir zamanda, kalplerde imanın taşınmasının “elde kor ateş taşımaktan” daha zor olduğu bir ortamda, insanların bile bile dünyayı âhirete tercih ettiği bir devirde; bu kadar kısa sürede, peygamberlere ancak nasip olacak böylesi bir kalp ve gönül fethinin gerçekleşmiş olması, Yüceler Yücesi Rabbimizin ne kadar muazzam, mükemmel ve muhteşem bir lütfudur.

Muhterem büyüğümüzün bir ömür boyu uğruna adandığı davasını, ruhunun ufkuna yürürken de aynı dikkat ve itinayla korumayı ihmal etmediği; bizzat belirlediği âlî heyetlere teslim ettiği; huzurla Rabb’ine yürüyüp vefatıyla da davasına sadakatle hizmet ettiği, aklı, insafı ve vicdanı olan herkesçe mâlûmdur. Yazımızın başlığıyla bu anlatılanların irtibatının merak konusu olduğunu biliyorum. Şimdi, müsaadenizle, bu konuyla ilgili üstadlarımızın beyanlarına dayanarak -acizâne kanaatlerimi de yer yer ifade ederek- esas konuya girmek isterim.

Bugünlerde; sosyal medya platformlarında konuşmalar yapıp video görüntüleri yayınlayan, bu tür konuşmalara platform tahsis eden; dâhilî olup “harem dairesinde” konuşulup çözülmesi gereken meseleleri medyaya, sokak tartışmalarına dönüştüren beyanlar görüyoruz. Bu kutsî hizmet mensuplarının bugüne kadar sokakta, medya önünde dâhilî problem çözdüğü nerede görülmüş? Hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’nin zarar görmemesi; hayatiyet ve daimiyetini koruyarak bütün dünya insanlığına ulaşmasına harcanacak enerji ve gayretleri söndüren bu yaklaşım, iyi niyetli olsa da dehşetli bir hatadır. Üstadımızın 22. Mektup, 1. Mebhas, 5. Vecih’teki beyanlarıyla da izah edilen bir konudan bahsetmek istiyorum.

Maalesef bu kısır ve zararlı çekişmeler, içimize kızgın demir sokulmuşçasına yakıcı bir acı veriyor. Bu müthiş ve dehşetli yanlışın, şeytanın “sağdan yanaşarak aldatması” olduğu çok açıktır. Bunu yapanların gerekçeleri de yine şeytanın “sağdan gelerek” iyilik adına yapılmış bir faaliyet havası vermesinden başka bir şey değildir. “Yanlışları düzeltme”, “Hakkın hatırı âlîdir”, “Hizmeti korumaktan başka niyetim yoktur”, “Ellerini ayaklarını öperim ama heyetteki ağabeyler yanlış yapıyor ve yanlışlara müsamaha gösteriyorlar”, “Büyüğümüz manipüle edilerek aldatılıyor; o da bir insandır, yanılabilir” gibi söylemlerin ve kanaatlerin arkasından yürütülen, hak ve hakkaniyet arayışı görünümlü faaliyetleri izliyor ve çok üzülüyorum.

Bilmeden sebep oldukları bölünmelerin, fikir ve kalp ayrılıklarının; gruplaşmalar, gıybetleşmeler, dedikodular ve ithamların; salgın hastalıklar gibi bütün bünyeye yayılan sûizan söylemlerinin, hizmet insanları arasında bulunan sevgi, itaat, saygı ve güven duygularını nasıl tahrip ettiğinin maalesef farkında değiller. Evet, “Ameller niyetlere göredir.” hadisi var diyeceksiniz; fakat amellerle ilgili bir hadis-i şerif daha vardır ki, onu işiten insan nelere sebep olduğunu görüp titrer: “Her amel sahibi, amelinin neticesine göre de hesaba çekilecektir.” İyi niyetle bir gemiyi batıran, iyi niyetle bir insanı öldüren; hatalarıyla pek çok insanın emeklerini ve faaliyetlerinin neticelerini heba eden bilgisiz ve ferasetsiz insanların, dünyada da âhirette de tahribatlarının sonuçlarına göre bir cezaları mutlaka olacaktır.

Hizmet hareketi tarihte görülmemiş bir varoluş–yok oluş mücadelesi verirken; Medrese-i Yusufiye’deki mazlumlar hâlâ çileleriyle inim inim inlerken; kadın-erkek, çoluk-çocuk içeride-dışarıda sınırsız acılar çekerken; uğruna her şeyin feda edildiği, sabredildiği yüce hakikatler, fitne ve iftiraklara açık hâle getirilmektedir. Üç beş insanın şahsî günah ve hatalarını “düzeltmek” bahanesiyle oluşturulan ve böylece hizmeti kurtaracağını zanneden; bu sebeple de medya önünde dâhilî fitnelere yol açan kardeşlerimiz, “Fitne katilden eşeddir” beyanını okuyup dehşetle titremelidir.

Bu kardeşlerimizin çok samimi dava insanları olduklarını biliyorum; bizzat şahidiyim. Zira kendilerini uzun yıllardır tanıyorum. Ancak, Üstadımızın 22. Mektup, 1. Mebhas, 5. Vecih’te geçen “Cây-ı Teessüf Bir Hâlet-i İçtimaiyye ve Kalb-i İslâm’ı Ağlatacak Müthiş Bir Maraz-ı Hayat-ı İçtimaiyye” başlıklı bir buçuk sayfalık yazısını -Allah rızası için- insafla, vicdanla ve ferasetle; enaniyet ve “onur” meselesi yapmadan bir kez daha okumanızı önemle istirham ederim. Bu yanlış usul ve üsluptan, medya önünde istiğfar ederek (medyayla işlenen hataların istiğfarı da medya önünde yapılır) iftirakların bitirilmesine vesile olunuz.

Geçmiş yıllarda Hizmet Hareketi içinde bulunup bugün muhalif TV kanallarında hizmet düşmanlığı yapan ve dinsizliğe hizmet eden, bildiğimiz dört-beş kişinin önceki dönemlerdeki şikâyet ve söylemlerine baksanız, aynı nefis mırıltılarına rastlayacaksınız. Şahsım çok defa şahit oldum. Onlar da aynı şeytanî mırıltılarla şikâyetlerde bulunuyorlardı: Güya büyüğümüzün çevresini yanlış insanlar sarmıştı; büyüğümüz manipüle ediliyor, aldatılıyordu. Bu arkadaşlar da “hizmeti kurtarmaya” soyunmuşlardı. Büyükleri ulu orta tenkit ediyor; doğruluk mücadelesi verdiklerini zannederek, o büyüklere çok saygılı olduklarını da söyleyip her yerde iftirak, bölünme ve parçalanma tohumları ekiyorlardı.
Birbirimize olan sevgi, saygı ve bağlılığın bizi bir arada tutan en mühim bağlar olduğunun maalesef farkında değillerdi. Vifak ve ittifak bağlarına adeta “asit” döken bireyler hâline gelmişlerdi. Filikayı kurtarmak isterken gemiyi batırdıklarının farkında değillerdi. Bugün onlar, maalesef, dinsizlik saflarında devasa adımlarla yürümeye devam ediyorlar. Hizmet hareketi ise kıymetli büyüklerimizle, devasa adımlarla badireleri aşarak -biiznillah- yoluna devam ediyor.

Değerli ve sevgili kardeşlerim; fakir, samimî duygularımı paylaşıyorum. Nefsimden başka kızdığım, nefret ettiğim kimse yoktur. Önceki yanlış yapanlara da, şimdikilere de ve yaşayan herkese düzenli dua ediyor ve etmeye -ölünceye kadar- devam edeceğim. Çünkü her insanın hidayete ulaşmaya hakkı vardır ve bu hakkı ona Yüce Allah vermiştir. Kimseyi bu haktan mahrum bırakıp kendi hâline terk etmeye hakkımız yok. Firavun’un iman etmeyeceğini ezelî ilmiyle bilen Yüce Allah, Hz. Musa’ya “Firavun’a git; yumuşak bir eda ile ona anlat” buyurarak, bize misyonumuzun tebliğ olduğunu emrediyor. Muhterem hocamız, “Dâvâ adamı iseniz, insan tabiatından kaynaklanan görgüsüzce muamelelere aldırmayacaksınız.” diyor. Burada altı çizilen “insan tabiatından kaynaklanan” ifadesine dikkatinizi rica ederim. İnsan tabiatının Sanatkârı Allah’tır; sanatı tenkit, sanatkârı tenkittir. İnsan, yaratılıştan (sanat-ı ilâhî gereği) hatalı, kaba, görgüsüz, günahkâr, cimri, sabırsız, nankör vb. pek çok kusurla donatılmıştır. Bize düşen; şefkat ve müsamahayla, zamana yayarak bunlara sabredip düzeltme gayreti içinde olmaktır.

Bu konuşan kardeşlerimiz, “Ne yapalım; bu günah, hata ve yanlışlara sessiz mi kalalım; dilsiz şeytan mı olalım; eğri kılıcı üzerinden doğrulup Ömer’i ihtar eden sahabe gibi olmayalım mı; herkes susarsa bu yanlışlıkları kim düzeltecek; bunlar çoğalıp hizmete zarar vermez mi?” gibi itirazlarda bulunacaktır. Acizâne kanaatimce aşağıdaki cevaplar, insaf ve vicdan sahibi kimseleri tatmin edecektir:

1. İnsan tabiatından kaynaklanan hatalar, günahlar ve kavgalar; Peygamberimiz (sav) dâhil, Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de çeşitli boyutlarda yaşanmıştır. Üstadımızın döneminde de olmuş; hatta bu olaylardan bazıları “Şefkat Tokatları” bahsinde ve muhtelif lâhikalarda ibret için detaylarıyla anlatılmıştır. Milyonlarca insanla yürüyen, 50 yıldır devam eden hizmetimizde de, gizli-açık pek çok dâhilî problem olmuştur, vardır ve olacaktır. Hizmetimiz meleklerle değil insanlarla temsil ediliyor; insan tabiatı gereği günah işleyebilir (peygamberler, ismet sıfatları gereği müstesna). Mühim olan, bu günah ve hataların tedavisinde fitneye yol açmayan, bölünme ve iftirak doğurmayan; uhuvvet, sevgi, saygı ve itaat bağlarına zarar vermeyen; şefkat ve merhamet kaynaklı, yaraları tedavi eden usulleri takip etmektir. Bu yol, muhterem hocamız zamanında da oluşturulan ikili-üçlü heyetlerle yürütülmüş; “kol bazen kırılmış ama yen içinde kalmıştır.” Problemler, en az insanın şahit olacağı prensibine göre, duyurulmadan ve derinden çözülmüş; yolumuza devam edilmiştir. Zira yüce dâvânın ideal fertleri “alevleri göklere yükselen imansızlık ateşini” söndürmek gibi bir misyon taşırken, dar kafalıların takılıp kaldığı cüce mevzuları aşmasını bilmiştir. İnsan hatası kaynaklı problemlere kıymet vermez; unutur, geçer ve hiç olmamış gibi hizmete devam ederler. “İyi insan, hatasız insan değil; sevapları günahlarından birazcık dahi olsa fazla olandır.” Allah’ın ölçüsü esastır; terazisinde bir gram fazla sevabı olan cennete girecektir; amel defteri sağdan verilecektir.

2. Efendimiz (sav), “İki kişi yola çıkarsa biri diğerini imam/amir seçsin.” buyurur. Bu kural, sosyal hayat ve organizasyonların çok önemli bir prensibidir. Bu sebeple dinî-dünyevî bütün birim ve kurumlardan askerî-siyasî organizasyonlara kadar hiyerarşi (amir-memur ilişkisi), işlerin düzenli ve devamlı olmasının, tek hedefe yönelebilmenin ve nizamın olmazsa olmaz şartıdır. İki kişi bir yol ayrımına geldiğinde istişare farzdır; istişareden ortak karar çıkmazsa süreç tıkanır. Bu durumda taraflardan birinin “Ben istişareye uydum; bildiğim doğruları anlattım. Bundan sonrası imamın/amirimin mesuliyetidir; vazifemi yaptım.” deyip susması ve amirin kararına uymasıyla kervan yürür. Hiyerarşinin en büyük hikmeti; fikirleri tek hedefe kilitleyip ihtilafı gidermesidir. “Müminler kardeştir” prensibi esastır. Üst merciiye başvurma yolları saklı olmakla birlikte nihai aşamada itaat, edep ve haya açısından memurun amirine yakışır.

Kur’an’da şeytanın Hz. Âdem’e saygı secdesi yapmayışının defalarca anlatılmasının hikmetlerine dair tefekkür ettiğimde -katılırsınız ya da katılmazsınız- acizâne vardığım sonuç şudur: Şeytan aleyhillâne, amirine yani Yaratıcısına itaatte kusur etti; “Allah’a itaatin inceliğini” kavrayamadı (M. Fethullah Gülen’in bir tespitidir). İradeyi Allah yolunda feda edip kullanmanın; Allah’ın hatırı için kendimizden daha alt dünyevî statü sahiplerine itaat etmenin, irademizin de Allah’a adanması mânâsına geldiğini; insanın en çetin imtihanının bu olduğunu; bu imtihanın, maddî-manevî bütün varlığından “rıza-yı ilâhî” uğruna vazgeçmekle kazanılacağını; gurur, kibir, enaniyet, mal, makam vb. her şeyin iradeyi Allah’a teslimle gerçek fedakârlığa dönüşeceğini anladım.

Bu sebeple herkesin haddi, konuyu istişare meclisine taşıyacak kadar olmalıdır. Taşıdıktan sonra “Kaç defa söyledim; neden benim dediğim olmuyor; bana değer verilmiyor” söylemleri haddi aşmaktır, kibir ve enaniyettir. Vifak ve ittifak için büyüklerin tekliflerine gönül rızasıyla ve saygıyla itaat edip hizmete devam etmek esastır. İnsanlar hain değillerse, yapılan hatalar bile hikmetli olabilir. Muhterem hocamız: “Kendi fikrimle doğru bulduğum yönde gitmektense, istişareye uyarak, itaat ederek kardeşlerimle beraber hatalı yolda gitmeyi tercih ederim.” buyurmuştur.

Yazımın sonunda, 22. Mektup, 1. Mebhas, 5. Vecih’teki hulâsayı kısaca vurgulayıp noktalayayım:
“Haricî düşmanların zuhûr ve tehâcümünde dâhilî adâvetleri unutmak ve bırakmak” gibi bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaparken; İslâm cemaatine hizmet davasında olanlara ne olmuştur ki, birbiri ardınca tehacüm vaziyeti alan hadsiz düşmanlar varken cüz’î adâvetleri unutmayıp düşman hücumuna zemin hazırlıyorlar? Bu hâl bir sukuttur, bir vahşettir; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir… Devamını merak edenler okusun inşallah. Yüce Rabbimiz her dem muinimiz olsun. Âmîn.

ÜMİT BESTESİ

15 Eylül 2025

AĞIRLIK ÖLÇÜLERİ PAZARDA

15 Eylül 2025

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir