DESİNLER, DERLER VE DEMEZLER Mİ?

DESİNLER, DERLER VE DEMEZLER Mİ?

BAHADIR ALİ MUTLU / HOLLANDA

Bu makalede, hayat yolculuğunda şoför koltuğunu paylaştığımız, zaman zaman da direksiyona el atıp yol hakimiyetini kaybetmemize neden olan üç kötü arkadaştan söz etmek istiyorum. “3D” olarak formülleştirdiğim bu üç kötü arkadaşı, 3D tabirinin yaygın bilinen anlamına bakıp da sakın, hayata üç boyutlu bakmamızı sağlayacak yararlı ve modern bir şey sanmayın.  Aslında, geçmişi insanlığın varoluşu kadar eski olsa da hâlâ zamanın bir hastalığı olması sebebiyle moderndir. Kendine, başkalarının zihin ve göz adesesi ile bakma yönüyle de belki 3D yakıştırması yanlış kaçmaz. Ancak her durumda yararlı olmadığı açıktır.

Desinler

Desinler anlayışı, öyle hissetmediğin veya inanmadığın halde, prim yapacağı beklentisiyle ya da menfaat sağlamak amacıyla, olduğundan farklı görünmeye çalışmaktır. Tribünlere oynama, görüp duyanlar için rol yaparak kendine avantaj sağlama uyanıklığıdır. Desinler düşüncesindeki insan, birilerinin baktığı, kulak kabarttığı yerde “şirinlik olsun”, “hoş görüneyim” diye başka türlü davranır. Tek başına kaldığı, kimsenin görmediğini düşündüğü yerde ise bambaşkadır. Piknik alanında çöpleri toplar görürsün, fark edilmediğini düşündüğü yerde aracın camından çöp atar bulursun. Kendi mahallesinde namus bekçisi kesilir, öteki mahalleye gittiğinde tanıyamazsın.

Desinler bağımlısı insan, bir niyet sorunuyla karşı karşıyadır. İyi yaptığını düşündüğü bir eyleminin sonunda beğenilmek, açıktan övülmek ister. Örneğin otobüste birine yer veriyorsa tüm yolcular bunu görmelidir. Köye yaptırdığı çeşme tüm köylü tarafından konuşulmalıdır. El üstünde tutulma ve alkışlanma müptelası olduğundan pohpohlanmak dışında iş görmez.

Acaba, biz de yeni bir araç satın alınca “falan yeni araba almış, paraya da kıymış” desinler diye mi bekliyoruz? Çocuğumuzu evlendireceğiz. “Gelinliği de pek şıkmış, düğün için en popüler salonu ayarlamış, mobilyaları şu mağazadan, beyaz eşyaları filan mağazadan almış” desinler mi istiyoruz? “Marka giyinir ama adama da ne yakışıyor be…” iltifatını mı duymak istiyoruz? Dahası bir hayır kurumuna bağış yapacağımız zaman acaba, çevreye karşı “falana bakın, zengin ama eli açık bir insan” desinler’e mi oynuyoruz? Konuşurken veya yazarken, o kitaptan, bu yazardan, filan sanatçıdan söz ederek bilimi ve entelektüelliği “ne kültürlü insan” sözüne mi kurban ediyoruz? Yılda belki bir kere yaptığımız sıla-i rahimi bile “Adam makam mevki sahibi oldu ama yine de geldiği yeri unutmadı. Ne hayırlı evlatmış…” övgüsü için mi yapıyoruz?    

Yanlış anlaşılmasın; verilen örneklerdeki davranışların tamamı saf, temiz ve duru bir niyetle yapılabilir. Asıl altını çizmek istediğim konu, karar alırken ve davranışlarımıza yön verirken içimizde “desinler” sesini ne kadar misafir ettiğimizdir. O sesi dinleyerek veya onun etkisiyle neler yaptığımızdır.

Desinler anlayışının pervasızca dolaştığı mecralardan biri de sosyal medyadır. Maalesef desinler fikri, bugün boyut değiştirmiş olarak “beğensinler” ve “takip etsinler” sloganlarıyla sürekli taraftar toplamaktadır. İnsanlar, yediklerini, içtiklerini, gezip gördüklerini, dahası milli manevi değerleri de hiçe sayarak her hallerini sosyal medyadan paylaşır oldular. Halbuki eskiler, insanların görebileceği yerlerde yemeyi, içmeyi “bulamayan olur, canı çeker, hakkı kalır” düşüncesiyle uygun bulmamışlardır. “Hadi zaman değişti” diyelim, her şey vitrinlerde, işyeri önlerinde, televizyon ekranlarında reklam amaçlı sergileniyor. Ancak, hiç olmazsa birey olarak insanların gözüne sokarcasına bunları paylaşmasak daha doğru olmaz mı?

Diğer yandan, kimisi tıklanma sayısını kimisi abone miktarını popülerliğe ve oradan da paraya devşirme peşinde koşarken çocuk yaştaki, bilinçsiz sosyal medya kullanıcılarının beğeni alma ve izlenme çılgınlığına tutulduğunu görüyoruz. Maalesef bu mağdur çoğunluk, beğeni ile mutlu olup, tersiyle üzülür duruma geldiler. Yaşam enerjisi ve motivasyonunun kişinin kendi içinde yeşermesi gerektiğinden habersiz büyüyorlar. Ne yazık ki içler açısı bu durum, kimi zaman özel yaşamı kimi zaman ahlak ve hukuk kurallarını hiçe sayar vaziyette hız kesmeden ilerliyor. 

Bununla birlikte, iyi yaptığın işleri göstermek her zaman “Desinler” yakıştırması ile açıklanamaz. Ne demek istediğimi, devlet memuru bir arkadaşımın başından geçen şu olay üzerinden anlatmak istiyorum. Arkadaşım anlatıyor:

Görev yaptığım kurumda elimden geldiğince çalışıyorum. İşten kaytarmak şöyle dursun bazen öğlen arası da çalışıyor, işim bitmemişse mesaiden sonra da kalıyorum. Hazırladığım dosya ve raporların, projelerin kurum üst yönetimi tarafından beğenildiğini bilmek yorgunluğumu alıyor, beni ayrıca motive ediyor. Günler böyle geçerken çalıştığım kurumun tepe yöneticisiyle bir gün koridorda karşılaştım. Bana: “Epeydir gözükmüyorsun, ara sıra gel bu kurumda çalıştığını bize hatırlat” demesin mi? Başımdan kaynar sular döküldü sanki. Yaşadığım şokun etkisiyle o an konuşamadım bile. Belli ki ara kademedeki yöneticiler benden veya beğenilen işleri benim hazırladığımdan üst kademeye hiç bahsetmemişler. Ne yalan söyleyeyim, hiç hak etmediğim bu muamele karşısında adeta yıkıldım. O zaman anladım bir bahane bulup kurum yöneticisinin odasına girip çıkan memurların ne amaç güttüklerini. O gün yaşadığım olay beni, iyi ve güzel yaptığın işleri yerinde, zamanında ve yetkili kişiye, gösteriş amacı gütmeden fark ettirmenin yanlış bir şey olmadığına ikna etti.

Yukarıdaki olayda geçtiği gibi, yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermemek, suizannın oluşmasına mâni olmak ve insanların sizi tanımasını kolaylaştırmak için bazı şeyleri açıktan yapmanın mahzuru yoktur. Yeter ki niyetiniz halis olsun.

Derler veya Demezler mi?  

“Derler ve demezler mi?” düşüncesi, çevre tarafından ayıplanma, kınanma ve dışlanma korkusunun tetiklemesiyle insanın istemediği, önemine inanmadığı veya aslında gerek görmediği davranışlara sürüklenmesidir. Kişi, zihninde gerçek veya kurgu, bir çevresel bakış tarzı belirler, değer yargıları oluşturur. Sonra bunlara uygun davranışlar geliştirerek, kendince çevre tarafından dışlanmaktan kurtulur.  

Az gelişmiş toplumlarda ve mahalle baskısının etkili olduğu küçük gruplarda bu duygu ve düşüncenin ürünü davranışlara sık rastlanır. Kan davalarında ve namus maskeli töre cinayetlerinde tetiği çektirenlerden biri de bu duygusal baskıdır. Bu baskı o kadar güçlüdür ki “korkak” damgasıyla aşiret dışına itilmek veya “atalık hakkının haram edilmesi” ile tehdit edilmek, kişiye kendi kız kardeşini bile öldürtür.       

Günlük yaşantımızda da derler veya demezler mi düşüncesine örnek bulmak zor olmasa gerekir. Örneğin çocuğumuza görgü ve nezaket kurallarından bazı hatırlatmalarda bulunuyoruz. “Aman oğlum/kızım misafir gelince ‘hoş geldiniz’ deyin. Misafir: ‘Nasılsın?’ diye sorarsa ‘iyiyim’ dedikten sonra ‘siz nasılsınız?’ demeyi unutmayın” şeklinde uyarıyoruz. Buraya kadar normal denilebilecek öğretici sözlerin ardından bazı anne babalar bunlarla yetinmeyerek şunları eklerler: “Şöyle dersen/böyle yapmazsan kınarlar, konu komşuya rezil oluruz, ne görgüsüz çocuk, ana babası bu çocuğa hiçbir şey öğretmemiş mi? derler” diye sıkı sıkı tembih ederler. Böylece çocuklarının daha dikkatli olacağını umarlar.

Halbuki, biz çocuklarımıza görgü ve nezaket kurallarını “ayıplanmasınlar” diye mi yoksa saygı, sevgi, anlayış ve hoşgörünün gereği oldukları için mi öğretiyoruz? Bunun yerine, davranışın nedeni, ne anlama geldiği ve faydaları anlatılmış olsa, çocuk istenen davranışı kolayca benimseyecek, doğal ve içten gelen bir hisle devamlı sergileyecektir. Değil midir ki yanlış, yanlış olduğu için yapılmaz. Zararlı, hatalı veya sorunlu olan bu nedenlerle terkedilir.

Bir restoranda yemek yediniz ve bahşiş bırakacaksınız. Mekân sahibi ve çalışanlar, sizin gelir düzeyinizi biliyor. Bu yüzden arkanızdan “Adam dünyanın parasını kazanıyor ama bıraktığı bahşişe bak. Ne cimri adam.” derler zannıyla içinizden gelmese de yüksek bir bahşiş bırakıyorsunuz. Bir başka örnek: Devlette veya özelde iyi bir pozisyonda çalışıyor ve hatırı sayılır da bir maaş alıyorsunuz. Kurban kesmeye niyetlendiniz. Niyetiniz küçük baş hayvan kesmek. Lakin “Burası küçük yer. Bir adamın konumuna bak bir de kestiği kurbana” derler vehmiyle büyük baş hayvan kesiyorsunuz. Bu durumda “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Fakat ulaşacak olan yalnız sizin niyetinizdir (takvanızdır)” İlahi mesajı (Hacc Suresi 37. ayet) düşünüldüğünde bu hareketin en basitinden bir niyet sorunu ile karşı karşıya olduğu muhakkaktır.

İlköğretim çağında çocuğu olanlar iyi bilirler. İlkokul döneminde, okuldan çok öğretmen önemlidir. Öğrenci velileri ekonomik güçlerine göre, devlet veya özel fark etmez, çocukları için en uygun öğretmeni bulmaya çalışırlar. Yaşadığı çevrede o yıl birinci sınıfları okutacak öğretmenleri bir ajan, bir araştırmacı edasıyla sorup soruştururlar. Öğretmeni tespit ettikten sonraki iş, çocuğun MEB sisteminde o öğretmenin görev aldığı okula düşmesini sağlamaktır. Bunun için uygun bir adres aranır. Bu da halledildikten sonra üçüncü aşama ki bu aşama en zor olandır, o öğretmenin şubesine çocuğun planlanmasıdır. Çünkü sizin gibi düşünen birçok veli, aynı yöntemle ilk iki aşamayı geçmiş ve size rakip olmuşlardır. Bu aşamada okul idaresince “kura çekilecek’” denir, fakat gerçekte torpiller yarışır. Öyle ki popüler öğretmenlerin sınıf listelerinin MEB Müdürlüğünce hazırlandığı çok olur. 

Gelelim sadede ve konumuzla ilişkisine… Eskiden oturduğum sitede, çalıştığı kurumda müdürlük yapan bir komşum vardı. Sözünü ettiğim mücadelenin son safhasına gelmiş, ancak çocuğunu bir türlü istediği öğretmenin sınıfına yazdıramamıştı. O komşumun eşi kocası müdür olmayan bir arkadaşının, çocuğunu o öğretmenin sınıfına yazdırdığını öğrenmiş ve kocasına biraz iğneleyici bir üslupla şöyle demiş: “Bak falan bey çocuğunu o öğretmenin sınıfına yazdırmış. Şimdi demezler mi müdür yazdıramamış ama memur yazdırmış. Demek ki müdürün bir ağırlığı yokmuş.”

Dikkat ediyor muyuz? Olay çoktan eğitimin ötesine geçmiş ve “demezler mi?” mecrasına kaymış tıpkı “komşular ne der?” “Akrabalar olaya nasıl bakar?” “İş arkadaşlarım ne düşünür?” “Ya gören olursa ne yaparım?” sözleri gibi.

3D Hastalığı ve Çıkmazları

Genel olarak 3D düşüncesi; kendin olmak, kendini bulmak ve kendini gerçekleştirmenin önündeki en büyük engellerden biridir. Bu düşüncenin etkisiyle tutarsızlığı seçen insan, oradan oraya savrulur durur, kişilik geliştirmekte zorlanır. Halbuki her birey özel olduğunu bilmeli ve kendiyle barışık olmalıdır. Beceri ve yeteneklerini geliştirirken eksiklerini tamamlamanın yollarını araştırmalıdır. Çevre endeksli yaşamaktan kendini kurtarmalıdır. 

Kaldı ki her insanın beğenisi de beklentisi de farklı farklıdır. Ne yaparsan yap, herkesi aynı anda memnun edemezsin dahası etmek zorunda da değilsin. Hemen her konuda herkesin bir görüşü vardır ve bu görüşler arasında çoğu zaman bir uzlaşı olmaz. Eğer insan her denilene kulak verecek olsa Nasrettin Hoca gibi ortada kalıverir. “Hangi fıkraydı?” diye sormadan kısaca hatırlayalım:

Nasrettin hoca bir gün eşekle köyden şehre gitmektedir. Oğlunu eşeğe bindirmiş, kendisi yularından tutmuş eşeği yedeklemektedir. Biraz gittikten sonra karşılarına çıkan iki kişi bunlara bakıp gülerler ve “baksanıza eşek kadar delikanlı eşeğe binmiş, yaşlı adam yürüyor, bu olacak iş mi?” derler. Bunun üzerine Nasrettin Hoca oğlunu eşekten indirip kendisi biner. Az ilerlemişlerdir ki karşılarına çıkan bir başkası “Yuh olsun be! Bacak kadar çocuk yürüyor kazık kadar adam eşeğe binmiş, insan sakalından utanır” der. Bunu duyan hoca hemen eşekten iner ve oğluyla birlikte yola yayan devam etmeye karar verirler. Bu şekilde biraz gittikten sonra yanlarından geçen diğer bir köylünün kendi kendine “Ulan bunlar ne salak insanlar, eşeği yanlarına neden almışlar? İki adam yürüyor eşek boşta gidiyor” dediğini işitirler. Bunun üzerine Nasrettin Hoca son çare, oğluyla birlikte eşeğe biner. Ancak, az sonra karşılarına çıkan bir başkası tarafından “Şu zalimlere bakın, zavallı hayvana iki kişi binmişler. Bunlar ne biçim insanlar?” sözüne maruz kalmaktan kurtulamazlar. En sonunda pes eden Nasrettin Hoca, bir “‘la havle” çekip “oğlum gördün mü? insanların ağzı torba değil ki büzesin. Biz en iyisi bildiğimiz gibi yapalım.” der.      

Kendine güvenen, öz saygısı yüksek ve kişiliği oturmuş insan, sürekli başkalarının dedikleri veya diyecekleri zannıyla yatıp kalkmaz. Bir meslek seçecek olsa ne “desinler” diye bir mesleğe yönelir ne de “demezler mi?” düşüncesiyle sevdiği meslekten vaz geçer. Yalnız karar vermeden önce araştırır. Vehmi değil somut verileri dikkate alır. Fikir ve görüşlerine değer verdiği insanlar vardır etrafında. Yerine geldiğinde onlara danışır. İhtiyacı olduğunda işin uzmanına başvurmaktan çekinmez.

Öyle ya sosyal bir varlık olan insanın, çevresine karşı duyarsız olması beklenemez. Başkalarının haklarını çiğnemesi, nezaket kurallarını hiçe sayması düşünülemez. İnsan, çocuk yaştan itibaren bir öğrenme sürecinin içindedir. Bu süreçte evrensel değerler ve genel geçer doğrularla birlikte içinde yaşadığı toplumun kültürünü de alır. İnanç, ahlak ve hukuka ilişkin kurallar elbette insan davranışlarının ve kişiliğinin şekillenmesinde önemli rol oynar. Olumlu yönde rol model alınan insanlar olduğu gibi, olumsuz yönde “bunun gibi olmamalıyım” denilerek ibret alınanlar da olur. İnsan, bu sayede gelişir ve sürekli kendini yeniler. Yeter ki insan, öğrenmenin ve sosyalleşmenin gereği çevre duyarlılığını abartıp 3D hastalığına yakalanmasın.

Özetle hayatta, özgüvenli yaşamakla çevre odaklı yaşamak arasındaki dengeyi iyi tutturmak; gösteriş yapmakla doğal olmayı birbirine karıştırmamak gerekiyor. Bazen çevresine kulak vermesi insanı hatadan döndürürken bazen çevreye rağmen bildiğinde ısrar etmek insanı başarıya ulaştırır. Tıpkı yaşadığı dönemde “meczup”, “mecnun”, “yalancı” veya “şaşkın” ithamlarına maruz kalıp itilip kakılan, ancak yaptıkları buluşlarla ve insanlığa yaptıkları olağanüstü hizmetlerle isimleri hafızalara kazınan sanatçılar, bilim insanları, kaşifler ve türlü eylem kahramanları gibi. 

İnsan; doğrular, gerçekler, ortak akıl çıkarımları, meşru ve yasal olanlar çerçevesinde, ancak her durumda kendi özgür iradesiyle verdiği kararlar ışığında yürümelidir. Birilerine danışsa ve uzman desteğine başvursa da asla “Derler veya Desinler” düşüncesiyle hareket etmez. Değil midir ki kimse görmese ve bilmese dahi doğru, doğru olduğu için yapılır; yanlış, yanlış olduğu için terk edilir. Bir başka ifadeyle, sen yanlış içindeysen kimse bilmese ve görmese dahi bunun sana ne faydası vardır; sen doğru yoldaysan ve doğru yapıyorsan herkes ayıplasa bunun ne önemi olur.

UMUDUN ELİNDEN TUTMAK

24 Aralık 2022

DOSYAM KABARIK

24 Aralık 2022

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir