SU

SU

DOĞAN YÜCEL

Su, insan ve canlı hayatının temelidir. Canlı her şey sudan meydana getirilmiştir (Enbiya, 21:30). Küre-i arzın içi ateş, dışı buz. Ne soğuğa ne de sıcağa dayanamayan canlı hayatı suyun varlığıyla mümkün kılınmış. İçi ateş dışı buz olan dünyanın kabuğu da kupkuru taş. İnsanın suyun içinde de taşın üstünde de yaşamaya uygun bünyesi yok. Suyun insan vücudunda yaptığı faydalı işler saymakla bitmez. Hatta üç gün ondan ayrı kalanın hayatta kalma ihtimali neredeyse sıfır. İşte, ateş üstündeki katı taşların üstünün bir halı gibi toprakla kaplanıp insana beşik olabilmesinin yolu sudan geçiyor. Su öyle bir madde ki içinde enerji taşımıyor. Hep aracı, hep taşıyıcı. İnsan, ağırlığınca su içse bir gram kalori almıyor.

Bu yazıda suyun fiziki ve kimyevi hususiyetlerinden ziyade biraz hikmet tarafına eğilmek istiyorum. Su, dünyadaki diğer maddelerden fizik kanunlarına uyup uymama bakımından da ayrılıyor. Donduğunda bir tek o genişliyor. Havada bir noktaya kadar sıvı halde uçabiliyor. Bir yanan ve bir yakıcıdan meydana gelip ‘söndürücü’ oluyor. Donma noktasından kaynama seviyesine kadar her derecede buharlaşabiliyor. Dünya soğuduktan sonra meteorlarla yeryüzüne indirildiği ve bu seyyareyi insana beşik yaptığına dair çok güçlü nazariyeler var. Yeryüzü gibi insanın vücudunun da dörtte üçü su. Kanın beşte biri, beynin altıda biri yine su.

Kanuni döneminde İstanbul’da içme suyu ihtiyacı hasıl olur. Padişah, saltanat kayığında Mimar Sinan’a bu meselenin nasıl halledileceğini sorar. O da cevaben: “Sultanım! Sular yer üstünde aşağıya doğru, yer altında ise yukarıya doğru akar.” der.

Bu cevap üzerine, “Bana bunun ilmîsi değil amelîsi lazım.” der Kanuni.

Mimar Sinan, “O zaman hünkarım Terkos’tan Fatih’e kadar yan yana altın dizmemiz gerek.” diye cevap verir.

Bunun üzerine tarihte o ölçüde zamanının en modern usulleriyle sular getirilir. Bugün bile kullanılıyor 500 sene önceki teknikler. Bu noktada dikkatimizi çeken bir şey var: Suların yer altındayken yukarıya doğru akması. Bir saniye düşünsek acaba sular yer altında da yer üstündeki gibi aşağıya doğru aksaydı ne olurdu? Dünyada hayat kalır mıydı? Denizlerdeki sular bile yeraltına inerdi. Dünyanın yüzü ağaç kabuğu gibi olurdu.

Arapçada ayn, Farsçada çeşm ve Türkçede göz kelimelerinin ortak bir anlamı da su gözesidir. İnsanın gözleri su pınarına benzetilir. İnsan bedeniyle dünyanın birçok benzerliği vardır. Bu benzerlikler üzerine yazılmış ve çizilmiş epeyce eser bulmak mümkündür. Hatta bu benzerlikler Hurufilik gibi bir cereyana bile sebep olmuştur. İşte, bu benzerliklerden birisi dünyadaki su çeşmeleriyle insandaki su pınarı olan gözün irtifaca neredeyse aynılığıdır. İnsan vücudunda gözün bedene yükseklikçe bulunduğu hizanın bir benzeri de yeryüzünde vakidir. Sular da aynı şekilde dağların yüksekliğine göre aynı hizadan kaynar. Suların kenarlarında ağaçların dizilmesi gibi insan gözünün kenarında da kirpikler ve otlaklara benzeyen kaşlar yetişir. Bu konuya daha başka örnekler de vermek mümkündür.

Gözden akan yaşlar pek çok şiirde ırmaklara benzetilmiştir. Gözlerden akan kanlı yaşları çamurlu sulara, hıçkıra hıçkıra ağlamayı çağıl çağıl akan derelere teşbih ederiz. Hatta öyle ki gözlerden akan yaşlar ırmaklar meydana getirir.

Yazıyı daha fazla uzatmadan gelin Marifetname’de 2. kısmın 1. maddesi olan cennet ırmakları bahsiyle meseleyi noktalayalım:

Ey aziz! Malum olun ki müfessirler ve muhaddisler ittifak etmişlerdir ki: Hak Teala, arş ve kürsün altında, yedi göğün üstünde, arşın nuru ile sudan sekiz cennet yaratmıştır. Bunlar, birbirinden yüksektir. En yükseği Adn cennetidir ki Mevla’nın görülme yeridir. Birinci cennetin ismi Darülcelal’dir ki beyaz incidendir. İkinci cennetin ismi Darüsselam’dır ki kırmızı yakuttandır. Üçüncü cennetin ismi Cennetü’l me’vadır ki yeşil zebercettendir. Dördüncü cennetin ismi Cennetü’lhuld’dur ki sarı mercandandır. Beşinci cennetin ismi Cennetü’n naimdir ki beyaz gümüştendir. Altıncı cennetin ismi Cennetü’l firdevs’dir ki kırmızı altındandır. Yedinci cennetin ismi Cennetü’l karardır ki misktendir. Sekizinci cennetin ismi Cennetü’l adn’dır ki, terleyen incidendir.

Bu Adn cenneti, surlarla çevrili bir şehrin ortasındaki yüksek dağın üzerinde bulunan iç kale gibidir. Bütün cennetlerin içinde ve ortasında olduğundan, hepsine komşu, şereflendirilmiş bir mekandır; cennetlerin nehirlerinin çoğunun kaynağıdır. Burası sıddıkların, hâfızların makamıdır. Rahman’ın tecelli mahallidir. Her cennetin bir kapısı vardır ki, uzunluğu ve genişliği yüz yıllık yoldur. Her kapı iki kanatlıdır ve tek parça sarı altındandır. Çeşitli renklerde cevherle işlenmiş ve nice bin nakış ile süslenmiştir. Birinci cennetin kapısı üzerinde: “La ilahe illallah Muhammedün Rasulullah.” yazılmıştır. Öteki kapıları üzerinde: “La ilahe illallah diyene azap etmem.” yazılmıştır.

Bütün cennetlerin toprağı misk, taşları cevher, bitkileri zaferan çiçeklerinin renginde kıpkırmızıdır. Binalarının bir cephesi altın, bir cephesi gümüş ve sıvası anberdendir. Sarayları terleyen incidir, köşkleri sarı yakuttur. Sarayların ve binaların kapıları hep mücevherdir. Her sarayın önünde dört nehir akar. Nehirlerden biri abıhayat, biri halis süt, biri tertemiz şarap, biri saf baldır. Nehirlerin etrafı meyveli ağaçlarla baştan aşağı bezenmiştir. Cennet ağaçlarının dalları kurumaz, yaprakları dökülüp çürümez, Meyveleri sürekli tazedir. Yedi cennetin en âlâsı olan sekizinci cennette nice akan ırmaklar daha vardır.

Bunlardan biri rahmet nehridir ki, bütün cennetleri dolaşır. Suyu, hepsinden saf ve baldan tatlıdır. Rengi kardan beyazdır. Kum inciden üstündür. Cennet nehirlerinin biri dahi kevser nehridir. Hak Teala onu, sevgili Habibi Muhammed sallallahu aleyhi vesellem hazretlerine vermiştir. Nitekim ona hitap edip: “Biz sana Kevser’i verdik.” (Kevser 108:1) buyurmuştur. O nehrin genişliği üç yüz fersah mesafedir. Onun kaynağı arşın altı olup, oradan sidreye gelir, oradan Cennet-i Firdevs’e dökülür. Öyle süratli akar ki yaydan fırlayan ok gibi firdevs-i âlayı ve altında olan cennetleri geçerek dolaşır. Rengi sütte beyaz, tadı şekerden şirin, kokusu anberden hoştur. Ondan bi kere içen bir daha susamaz. Asla bir illet ve hastalık görmez. Lezzeti ebedi damağından gitmez.

İlk cennetin kapısı yanında, Kevser nehrinin kenarında, renkli cevherlerden kâseler vardır, sayıları yıldızlardan çoktur. Ümmetlerin haşrinden sonra, cehennem köprüsünden geçenler, Habib-i Ekrem sallallahü taala aleyhi vesellem cennete girmeden önce ümmetiyle ondan içseler gerektir. Kevser nehrinin kenarlarında, terleyen inciden ve kırmızı yakuttan daha saf yüksek ağaçlar vardır ki, dalları çeşitli sadalarla nağme ederler. Dallar üzerinde cins cins kuşlar değişik seslerle tesbih ederler.

Cennet nehirlerinin biri, kâfur nehridir. Biri tesnim nehri, biri selsebil nehri, biri mühürlü rahik nehridir. Bu nehirlerden başka yüksek cennetler içinde nice bin akan nehir vardır ki, etraflarında nice yüzbin meyveli ağaçlar vardı. cennetlikler için nice ipek döşekler gibi, nice bin gözalıcı elbise vardır. Nice çeşit lezzetli yiyecekler ve tertemiz içecekler vardır ki, hesabını ancak Hak Teala bilir.

Cennetlerin genişliği, yani sekiz surundan her iki surun arası, yer ve gök arası kadar farz olunup, cennetlerin uzunluğu hudutsuz ve sınırsız sayılmıştır. Fakat cennetlerin derecelerinin tümü, altı bin altı yüz altmış yedi derece bilinmiştir; Kur’an âyetleri sayısınca hesaplanmıştır. Her iki derecenin arası, beş yüz yıllık mesafe bulunmuştur. Çünkü cennetlikler, ezberledikleri Kur’an ayetleri adedince derecelere nail olmuşlardır. O halde Kur’an hâfızları, cennetlerin en üstününü bulmuşlar ve adın cennetinin ortasına ulaşmışlardır.

IŞIĞIN DOĞDUĞU YERLER

13 Mart 2023

ARIYORUM

13 Mart 2023

Yorumlarınız

  1. Allah razı olsun kardeşim. Ne güzel bir yazı olmuş böyle. Elinize, emeğinize, yüreğinize, gönlünüze sağlık.

    Cevapla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir