ÇÖP TORBASI

ÇÖP TORBASI

GÜLÇİN BEYZA YALÇIN

Ayaklarını sürükleyerek girdiği dairenin kapısını kapatıp, arkasına yaslandı. Elindeki anahtarlar ve çanta yere düştü. Sırtı kapıya dayanmış bir şekilde yavaşça kaydı, dizlerinin üstüne çöktü. Boğazındaki yumru 1 saat 45 dakikadır inmemişti aşağıya. Nefes alamıyordu. Sanki kalbi sıkışıyordu.

Tam 1 saat 35 dakika önce elleri kelepçeli olarak, cezaevi arabasına binen eşinin arkasından el sallamıştı, araç görünmez olana dek.

Mahkeme salonuna almamışlardı. Koridorda kararı beklemişti, kâh dermansız ayaklarını sürükleyerek, kâh omuzları düşük, elleri kenetli, gözleri görmeden yere bakarak.

Onun mahkeme salonundan çıkışını görünce, dimdik ayağa fırlamıştı. Omuzları yukarda, gözleri parlayarak el sallamıştı. Elleriyle soru işareti yapmıştı “Karar ne?” diyerek. Ellerini bileklerinden birleştirerek öne uzatmıştı hayat arkadaşı. Bu tutukluluk demekti. Boğazındaki yumruk o zaman oturmuştu işte. Karar için tekrar içeri alınan eşi on dakika sonra elleri kelepçeli, iki koluna giren jandarmalar eşliğinde çıkmıştı salondan. Mahkeme salonlarının olduğu koridora almadıkları için uzaktan el sallamış, koşarak dışarı çıkıp cezaevi aracına bindirilmesini izlemişti, kupkuru gözlerle. Yaşlı gözlerle onun hafızasında kalmak istemiyordu; o boğazındaki yumruk gözyaşlarını da bloke etmişti. İstese de ağlayamıyordu ki. Aldığı antidepresanlar, 20 günlük gözaltı sürecinde dinmeyen, gözyaşlarını kurutmuştu, son iki günden beri.

Araba kayboldu ama onun eli, dermanı tükenene kadar havada kaldı.

Eşini hangi cezaevine götürmüştü araba? Bilmiyordu. Sormak için yanına yaklaştığı baro avukatı, daha uzaktan, “Acelem var” işareti yapıp, hızla geçmişti yanından. Eşi bir hafta önce tutuklanan, arkadaşını aradı; prosedürleri sordu. Tecrübeli(!) arkadaşı anlattı, neler yapacağını.

İnternetten, şehirlerinde bulunan cezaevlerinin telefon numaralarını buldu. İlk aradığı telefon açıldı hemen. Görevliye anlattı derdini “Bize bu isimde biri gelmedi henüz bilmiyoruz.” dedi görevli. İkinci cezaevinin telefonu, epey bir çaldıktan sonra, bezgin mekanik bir ses cevap verdi. “Yarım saat sonra arayın hanımefendi henüz gelmediler, buraya gelecekse de ancak gelir zaten.”

Tam yarım saat sonra, yeniden aradı. “Evet burada, 18/B koğuşunda…” dedi telefondaki görevli. Galiba görevli değişmişti, daha sıcak daha insaniydi şimdiki ses.

Cezaevinin internet sitesini açtı, kabul edilen kişisel eşyaları ve niteliklerini listeledi. Son bir haftadır nezarethaneye temiz eşya almamışlardı. “Her an mahkemeye çıkabilir.” diyerek. Bir haftadır, birkaç parça kıyafetle idare etmişti eşi içerde.

Yatak odasına gidip, bütün dolapların, çekmecelerin kapaklarını açtı, otomat gibi mekanik hareketlerle, düşünmeden, eline geçen kıyafetleri alıp yığdı yatağın üzerine, kendisi de oturdu sonra…

Dolabın üzerinden bir bavul alıp indirdi. Bütün gözlerini açtı. Bavulun ön gözünde, son gittiği sempozyumdan dönerken koyduğu bazı eşyaları kalmıştı, onun. Sevgiyle eline alıp, her birine uzun uzun baktı, sonra komodinin üzerine bıraktı teker teker. Son okuduğu kitabın arasına, satırların altını çizdiği kalemini koymuştu.

Seçtiği kıyafetler, temiz ve ütülüydü ama dolapta beklerken hafifçe kırışmışlardı. Kıyamadı o şekilde valize koymaya. Çekmeceden aldığı kıyafetleri açıp serdi yatağın üzerine, yeniden dikkatle katladı. Küçük bir seyahat çantasının içine sabun, diş fırçası, parfüm, fırça gibi kişisel bakım malzemelerini yerleştirdi. Ayırdığı kıyafetleri yeniden ütüledi. Her birini düzenli bir şekilde yerleştirdi valize.

İşte, her zaman, seyahate giderken hazırladığı valizler gibi bir valizdi. Ama “O” yanı başında durmuyor, kıyafetleri beraber seçmiyorlardı, şimdi.

En son komodin üzerindeki kitabı aldı eline, görmeden baktı, baktı. Sonra silkindi kendi kendine “Birkaç da kitap koyayım.” diye mırıldandı, elindeki kitabı valizin üzerine bıraktı.

Salona geçti. Duvarının yarısını kütüphanenin kapladığı salon, yeni taşınan bir ev gibi açılmamış kolilerle doluydu. Duvara yaslanmış tablolar, koltukların üzerinde koliler, yemek masasının üzerine yığılmış kitaplar, dosyalar, bilgisayar çıktıları ve bilumum büro malzemeleri.

Yirmi küsur senenin, maddi manevi tüm birikimi, bu salona yığılmıştı. Üzeri kitaplar yığılı masa, aslında yemek masasıydı ama o, bu evde, nice uykusuz, sandalye başında çalışarak sabahlanan gecelerin şahitliğini yapan bir çalışma arkadaşına dönüşmüştü. Zira bu uzun gecelerde yol arkadaşlığı yapan, kitapların, klasörlerin, dosyaların normal bir çalışma masasına sığması mümkün değildi. Masa gerçek işlevine ancak senede birkaç sefer yemeğe gelen misafirlerle kavuşurdu.

Yerdeki bir çantanın içinde, ucu görünen akademik cübbeyi çıkarıp tekli koltuğun üzerine serdi. Kepi alıp özenle cübbenin üzerine yerleştirdi. Karşısındaki koltuğa oturup, uzun uzun seyretti.

Tüm bu yığınlar, fakültedeki odasından getirdiği eşyalarıydı. Gelişi güzel konmuşlardı salonda oraya buraya. Zaten dolu kitaplıklara yerleştirmeleri mümkün değildi, kolilerdeki kitapları. Çiçek saksılarının hepsini bir araya toplamış, boşalan yerlere kitap kolilerini yığmışlardı.

Odasını boşaltmasının üzerinden daha on gün geçmişti ki sabahın köründe çalan kapıyla beraber, ayrılmıştı yuvasından.

Bölüm başkanı olarak emek verdiği fakültedeki odasını boşaltmasını, genel sekreter bir memur aracılığıyla tebliğ etmişti. Odasını boşaltacağı gün, mahcup yüzle ve kızarmış gözleriyle, bayan bir memur gelmişti odaya “Hocam Sekreter Bey’in emri var, odadan aldıklarınızın listesini yapmam gerekiyor.” demişti yere bakarak. Genel Sekreter; diğer memur ve hocaların, yardım etmek ya da uğurlamak için odalarından çıkmamasını da emir buyurmuştu…

Duvarlardaki tablolardan cübbesine, yedek ceketine, dosya sayısına kadar her şey, madde madde yazılıp listelenmişti. Onlarca sayfalık liste, şimdi kitap kolilerinden birinin üzerinde duruyordu.

Şöyle bir daha etrafına bakındı, can dostunun hayat arkadaşının, hatta ailesinin, bunca yıllık emeği işte bu odaya yığılmıştı. Onca sene onca emek, uykusuz geceler, parmakların arasından kayan kumlar gibi boşluğa akıp gitmişti.

 Okulu, öğrencileri, kitapları, unvanı, maaşı, her şeyi elinden alınmıştı; ona hiç yakışmayan, üzerine yapışmayan bir yaftayla beraber. TERÖRİST!… Onca yıllık bilim adamı, bir gecede terörist oldu. Hiç tanımadığı, görmediği, belki aynı sokaktan geçmediği, dahası aynı şehre uğramadığı, hiçbir şekilde alakasının olmadığı/olamayacağı, vatan evlatlarına kurşun sıkan hainlerin, teşebbüsü yüzünden.

Gazetelerde, internet sitelerinde, çarşaf çarşaf listelerde adı yazılmış, fotoğrafları basılmıştı, insan onuruna ve gazetecilik etiğine yakışmayacak şekilde, hedef gösterilerek.

Peşin peşin suçlu ilan edilmişti, hem de parmakla işaret eder gibi kamuya ilan edilerek. Zaten kısa bir süre sonra da o meşum sabah, kapı zili çalmıştı gece güne evrilmeden.

Birkaç kitap seçti, üzerlerine Kur’an-ı Kerim ve bir meal koydu. Tekrar yatak odasına geçti. Açık valizi ve listeyi son bir kez kontrol edip, valizi kapattı. Kitapları ayrı bir çantaya koyarak valizin üzerine bıraktı. Bu sırada kaç saat geçtiğinin farkında bile değildi. Horozların sesiyle pencereye baktı. Hava oldukça aydınlanmıştı bile. Valizi yatağın üzerinde bırakıp odadan çıktı. Oturma odasındaki koltuğa, üzerine ince bir battaniye alarak kıvrılıp uzandı,

Birkaç saat uyudu uyumadı, yorgun gözlerle uyandı. Yanına oğlunu alıp erkenden, cezaevine gidecek dolmuşa bindi. Nasıl gideceğini tecrübeli(!) arkadaşından öğrenmişti.

Artık, haftalık rutinleri olacak olan, tellerle çevrili bahçeye girdi. Eşya kabul yerini danışmadan öğrendi. Eşya kabul görevlisi yerinde yoktu. Oturacak yer bakındı, etrafta oturacak bir şey bulamadı, mecburen ayakta beklemeye başladı. Uzun zaman sonra görevli, salına salına gelip, tek kelime söylemeden, yerine geçti. Görevlinin önündeki banka yaklaşıp meramını anlattı, valizi bankonun üzerine güçlükle çıkarıp açtı. İçindeki eşyaları özenle çıkarıp bankonun üzerine dizdi. Görevli kayıtsız bir gözle izliyordu. Kitapları iteledi önce “Yasak hamfendi alamayız bunları.” dedi.

“O zaman Kur’an-ı Kerim ile meali bari alsanız.” dedi çekingen bir sesle.

“Terör suçlularına kısıtlama var.” dedi memur.

Yüreğine kurşun yemiş gibi sarsıldı, akmayan gözyaşları, kezzap gibi oyup içine aktı. Dudaklarını dişledi. Bu hoyrat muameleyi, 20 gündür görüyorlardı ama alışamamıştı işte.

Görevli, bankonun üstündeki kıyafetleri ve kişisel bakım malzemelerini ucundan tutup tutup kenara ayırdı “Bunları alamayız hamfendi.” dedi.

“Ama… Ama…Cezaevinin, internet sitesindeki listeye göre, hazırladım bunları…” dedi.

Görevli gözlerini devirerek baktı.

“Hamfendi yasak… Yasak… Anlamıyor musunuz? Terör suçlularına kısıtlama var.” dedi hışımla.

Seçtiği kıyafetleri ileri doğru iteledi.

“Valizi de bu eşyaları da alın.” dedi.

“Valiz bari kalsaydı, eşyalarını nereye koyacak ki?” dedi ama memurun vahşi bakışlarını görünce cümlesini ancak kendi duyacağı bir sesle tamamladı.

Görevli, hoyrat tavırlarla ütülü tertemiz eşyaları kontrol etti. Ceplerini ters çevirdi. Bankonun üzerine yığdı. Arkaya dönüp bir çöp torbası çıkardı, o gece boyunca özenle hazırladığı, ütülediği eşyaları doldurdu, eliyle bastırarak sıkıştırdı, ağzına bir düğüm atarak üzerine keçeli kalemle isim yazdı. Oturduğu yerin arkasına doğru, adeta atar gibi koydu.

Ayakta kaskatı kesilmiş izliyordu olanları. Ağzından tek kelime çıkmadı, tek bir damla gözyaşı akmadı.

İşte bir akademisyen; tüm birikimiyle, tüm emeğiyle, tüm varlığıyla, hatta tüm ailesiyle, bir çöp torbasına layık görülmüş, bir çöp torbasına hoyratça gömülmüştü.

O torbada; kitap başındaki uykusuz geceler, çocukları ile geçiremediği hafta sonları, ailece çıkılamayan tatiller, eşi, çocukları, öğrencileri, itibarı, sahip olduğu her şey vardı.

Acaba çöp torbasına tıkıştırılan, çöp muamelesi yapılan, sadece bir akademisyenin her şeyi miydi? Yoksa bir ülkenin birikimi mi?

NOT: Bu hikaye KERTENKELE İLE HACCA GİTMEK kitabımızdan alınmıştır. Kitap hakkında detaylı bilgi için aşağıdaki linki tıklayabilirsiniz…

ZALİM DÜNYA

18 Mayıs 2023

İNSAN NEDİR? NOKTA NEDİR?

18 Mayıs 2023

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir