O FİKRİN NE FAHİŞESİ OLDU NE DE ZAMPARASI!

O FİKRİN NE FAHİŞESİ OLDU NE DE ZAMPARASI!

Recep ATICI /Almanya

Ufak bir değişiklikle başlığa aldığım cümle malumunuz N. Fazıl Kısakürek şairimize ait. O, bu cümleyi her ne kadar kendisi için söylemiş olsa da bugün itibariyle bence Ahmet Altan’a çok yakışıyor. Evet Altan, tam dört buçuk yıl cezaevinde kaldıktan sonra 14 Nisan 2021’de tahliye oldu ve uzun bir aradan sonra ilk kez Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nin YouTube kanalında Yasemin Congar’ın sorularını cevapladı.

Bu konuşmada Altan özetle, ‘Korkunun ecele faydası yoktur.’ kaziyesini günümüz toplumuna hem fiilen hem de hal diliyle anlatmaya çalışmış. O, “Korkma! Neden korkuyorsun ki?” diyerek hem kendisini riske atmış hem de mevcut korku düzenine rest çekmiş. (Burada antrparantez bir hatırlatmada bulunayım. En az onun kadar entelektüel birikimi olan A. Turan Alkan, Ali Bulaç vb. gibi kimseler risk almaktan çekindikleri için toplumu esir alan korku düzenine karşı sessiz kalmayı yeğlediler.) Tekrar Altan’a dönecek olursak o diyor ki: “Hep korkmayan adamlar olmasını istiyorsunuz, (o zaman) sen de korkma. Neden korkuyorsun? O kadar da korkacak bir şey yok. Girdim yattım çıktım, bir daha girdim yattım çıktım, bir daha girip yatıp çıkarım.”

Altan, köpeksiz köyde değneksiz dolaşarak esirdikçe esiren ve ortalığı şamataya boğan korku heyulasına karşı adeta, ‘Heraklit pazulu’ bir babayiğit edasıyla “Kuvvet, haktadır; hak, kuvvette değildir.” düsturunu, zalime, despot düşünceye ve ‘siyasetin köpeği’ olmuş hukukun yüzüne haykırıyor. Hatırlayacaksınız AYM Başkanı korkudan cübbesinin olmayan düğmelerini iliklemeye çalışmıştı. Altan, başta AYM Başkanı olmak üzere dilleri lâl kesilen bütün hâkim ve savcıları da kibarca şöyle uyarıyor: “Başka bir yere tayin olmaktan korkuyorsan yargıç olma. Sen korktuğun için başkasının hayatını mahveden bir karar veriyorsun. Korkunun bu derece utanç verici bir mazeret olmasını nasıl kabul ediyorsunuz?” O, burada zannımca “Üslubum, namusumdur.” diyerek kibarca “utanç verici” demiş. Ben olsaydım “alçakça ve zalimce” derdim. Evet, Altan, “Hapishane çok korkulacak, kişiliğinden haysiyetinden vazgeçeceğin bir yer değil” diyerek inandığı, uğruna baş koyduğu davasını üç kuruşluk dünya menfatına satan ve böylelikle ‘düşkünler’ safında yerini alarak ‘Babıâli’de tozutanlardan’ olmadığını ‘sübliminal mesaj!’ şeklinde anlayana sivri sinek saz nev’inden anlatmaya çalışmış.

Evet o, 15 Temmuz öncesi yazdığı birkaç yazısında ‘sübliminal mesaj’ vermekle itham edilmiş ve bu yüzden üç kez ağırlaştırılmış müebbet cezası ile yargılanmıştı. O, ‘sübliminal mesaj’ verdiği için müebbetle yargılanmasını bir ironi yaparak, “Ben ne zaman televizyonda konuşsam hapse atıyorlar. Şansımı bir kez daha deneyeceğim. Sübliminal mesajlar vermeyeceğim, direk mesaja geçeceğim” diyor ve her zamanki gibi kitabın ortasından konuşuyor. Halden ve dilden anlamayan bir sürü dilsiz şeytanın olduğu yerde, bu yönüyle sözünü esirgemeyen nerdeyse tek insan denebilir onun için.

Ne yazık ki bunca mezâlim karşısında, sesini yükseltebilecek bir Ebu’s-Suud çıkmadı! Bir Molla Gürânî yok! Bir Hızır Çelebi hiç yok! Bir Emile Zola zaten yok!.. M. Akif’in ‘Gitme Ey Yolcu’ şiirindeki gibi, “Bütün yokluk mu her yer? Bâri bir “Yok!” der sadâ yok mu?” diyesi geliyor insanın. Ne ki işte tam bu sırada ‘sadâ’ veren adam diyorum ben Altan için. Dreyfus davasında hakkı haykıran ünlü romancı Emile Zola, “Suçluyorum.” başlığı ile yaptığı savunma sonucu, Fransa kamuoyunda büyük bir tepki meydana getirir. Keşke günümüzde de entelektüellerden Dreyfus davasındaki gibi yiğitlik gösteren bir Emile Zola olsaydı, dediğiniz anda, ben varım diyerek gür sesiyle haykıran bir mücadele insanı o. Amma velakin onun yiğitliğini alkışlayacak ne basın-yayın var memlekette ne hukukun gereğini  yapacak hâkim-savcı ve ne de milletin felâkete sürüklenmesi karşısında, kollarını makas gibi açarak âvâzı çıktığınca “Burası çıkmaz sokak!” diyecek birileri.

Fakat Ahmet Altan her şeye rağmen yanlış ve ters şeyler karşısında hemen alarm veren, ufku ve muarefesi her düşünceyi kucaklayacak kadar geniş bir insan. Dolayısıyla o, koskoca bir milletin uçuruma yuvarlanmasına göz yumup lâkayd kalmak yerine, inandığı görüşlerini mertçe ortaya koydu. O, özellikle atmış sayfa civarındaki ilk savunmasıyla millete kendini sorgulama yollarını gösterdi ve en acı hakîkatleri hiç tereddüt etmeden haykırdı. O, bu duruşuyla küflenmiş düşüncelerin üzerine at sürerek evrensel değerlere mâni bütün engellere karşı mücadele verdi. Ne var ki çölde tek başına bir ağacın hayatiyetini devam ettirmesi mümkün olmadığı gibi tek bir Altan, memleketi baştan başa Sina çölüne çevirenler karşısında yeterli olmadı. Ayrıca onun hep doğruyu söylemiş olması onun sadece dokuz köyden kovulmasına sebep oldu. Bazen de kovmakla yetinmeyip onu kodese yolladılar.

Tekrar söyleşiye dönecek olursak Congar, Altan’a: “Hapishane hayatın nasıl geçti?” diye soruyor. O da “Hapishane o kadar da korkutucu değil. Bir motto var ya ‘Silivri soğuktur.’ Silivri hiç soğuk değil. Kaloriferleri harikulade yanıyor, yemekleri hiç fena değil. Avlusunda yürürsen spor da yaparsan öyle çok korkulacak, bütün hayatını bir korkunun içine hapsedeceğin, kendi kişiliğinden haysiyetinden vazgeçeceğin bir tehdit değil… Tavsiye ederim” diyor. “Yiğidi öldür hakkını yeme” derler. Şimdi Altan’ı beğenirsiniz veya beğenmezsiniz o sizin bileceğiniz şey. Ama ben çok beğeniyorum. Keşke onun kadar olsun edaniye sessiz kalmasaydık. İnandığım değerlere saygı gösterme noktasında hiç olmazsa onun baktığı yerden bakabilseydik. Ben onu, o dik duruşuyla Hz. Musa (as)’ın mucizesi karşısında iman eden sihirbazlara benzetiyorum. Malumunuz sihirbazlar, Hz. Musa’ya iman edince Firavun şöyle demişti: “Görürsünüz siz gününüzü! And olsun ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazvari kesecek ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Hangimizin azabı daha şiddetli ve verdiği acı bakımından daha devamlıymış, işte o zaman bileceksiniz.” (Tâhâ: 20/71) Firavun’un bu tehdidi karşısında Sihirbazlar da şöyle derler: “Gözümüzün önünde açıkça cereyan eden bunca hakikate rağmen seni asla tercih edemeyiz. Hakkımızda nasıl bir hüküm verirsen ver. Senin hükmün ancak bu dünya hayatında geçerli.” (Tâhâ: 20/72).

Altan’ın daha neler dediğini merak edenler Congar’la yaptığı söyleşiyi izleyebilirler. Bununla beraber onun, “hapishanenin korkulacak bir yer olmadığını” söylediği yerde sözün gelişi olarak “tavsiye ederim” dediğini düşünüyorum. Elbette başta nefsim olmak üzere hiç kimsenin hapsedilmesini, -hele de suçsuz yere- o daracık mekanlara düşmesini istemeyiz. Dolayısıyla ne kadar konforlu olursa olsun cezaevine kimse girmek istemez. Ancak hukukun, mafya düzeni elinde korkutma ve sindirme mekanizması haline getirildiği bu dönemde, keşke korkmayarak işin üzerine gidilebilseydi, belki de o zaman bu kadar “hukuk siyasetin köpeği” haline getirilmezdi. Evet, Altan’ın konuştuğu şeylerin kritiğini yapmak -başta nefsim olmak üzere- hoşumuza gidiyor. Mesele bunları hayata geçirmeye gelince yüreğimiz hopluyor. Ayrıca bazen sözün nereye varacağını hiç düşünmeden insanları “Ehl-i dünya” olmakla itham ediyoruz. İş böyle olunca hala çok yolumuz var demektir. Ne diyelim? Allah bizi affetsin desek acaba duamız kabul olur mu?

PERPETUA VE FELICITY

10 Ekim 2021

YA AŞK YA ÖLÜM YA ÂLEM

10 Ekim 2021

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir