DOĞAL DİYALOG

DOĞAL DİYALOG

Ali Emir TOPUZ / Almanya

Geçen hafta Noel dolayısıyla paylaştığım mektuptan (İncil’den 88 Ayetle Yazılmış Bir Mektup) çok ilginç dönüşümler aldım. Ev sahibimin Zürih Üniversitesi’nde çalışan damadı gelmiş ziyarete, 24’ünde bizi çaya davet etmişlerdi. Muhabbet esnasında sohbet mektuba geldi. Otuzlu yaşlardaki genç akademisyenin gözlerinde şaşkınlık ve sevinç her haliyle sözlerine sirayet ediyordu. Gece boyunca ne kadar mutlu olduğunu tekrarladı durdu. Ben de kendisine “Bu mektubu 3 nedenden dolayı yazdım: Birincisi buralarda yeni bir aileyiz. Dolayısıyla komşularımızın bizi tanımak haklarıdır. İkincisi, onlar hakkında neler bildiğimizi de bilmeleri onların hakkı. Üçüncüsü ise onları bildiğimizi ve sahip oldukları değerlere karşı saygı duyduğumuzu da bilmeleri gerekti. Eğer aramızda bir komşuluk, diyalog başlayacaksa, ancak bunlar bilindikten sonra başlayabilirdi.” dedim. Çünkü görmek, bilmek, tanımak bir birinden farklı eylemler. Diyalog ise ancak tanımanın akabinde gerçekleşebilecek bir eylem.  Her gördüğünle ya da nerede oturduğunu bildiğin kişiyle diyalog yapamazsın. Ancak onu tanır, tanışırsan aranda bir köprü kurma imkânı yakalarsın. Düne kadar “diyalog” adı altında yaptığımız çalışmaları düşündükçe, ne kadar da yanıldığımızı anlıyorum. Birilerini bir yerde toplayıp, sadece kendinden bahsetmekle diyalog yapmış olduğunu vehmetmek büyük yanılgı. Her neyse… Bu akademisyen gibi daha sonra en az onun kadar mutlu olmuş insanlardan bir sürü güzel dönüşler aldım yaşadığım 25 aileli küçük köyden.

Aynı mektubu irtibatta olduğum diğer Alman dostlarımla da paylaştım. Doktora yaptığım fakülte dekanı olan profesör: “Hayatımda aldığım en dokunaklı Noel mektubuydu.” diyerek teşekkür etmiş. Savunmadaki komisyon başkanı olan profesör: “Hayatımda aldığım en güzel Noel mesajıydı.” demiş. Doktora tez danışmanım ise mektup için teşekkür ettikten sonra, “Ben de senin ve ailenin Noel’ini tebrik ediyorum, çünkü siz de bizim gibi Hz. İsa’nın Bakire Meryem’den doğduğuna inanıyorsunuz.” demiş. Mektubu çevresindeki dostlarıyla paylaşan bir arkadaşımız da kendisine gelen bir mesajı paylaştı benimle. Ki o, mektubun tamamını değil mektuptan seçtiği otuz kadar ayetle daha kısa bir tebrik mesajı göndermiş Freiburg’da İncil üzerine üniversitede ders veren bir profesöre. Ondan gelen yanıt ise şu şekilde:

“Arkadaşınızın mektubunu çok beğendim. Lütfen arkadaşınıza mektup için teşekkür edin ve yeni yıl için en iyi dileklerinizi iletin. Metinlerin seçimi çok iyi yapılmış: Matta İncili’nde, Dağdaki Vaaz (5-7. bölümler) olarak adlandırılan bölüm, ilk üç İncil’deki en güzel öğütler koleksiyonu ve Matta’daki büyük ‘mesel’dir. 25 aynı zamanda hayırseverlik idealleri için de çok önemli bir metindir. Burada, Freiburg’da, Minster’de (piskopos kilisesi) yaklaşık 1250’den kalma altı cam levha var, üzerinde “Caritas” (hayır kurumu) olan ve altı aşk eserini örnek bir şekilde icra eden bir kişi tasvir ediliyor!

Pavlus’un mektuplarında, Romalılar kısmı, 12.1 ila 15.13 arasındaki bölümler, derslerimde her zaman dikkate aldığım bir kısımdır. Ve Pavlus’un Korint’teki kiliseye yazdığı ikinci mektubunda, misyonerlik yolculuklarında çektiği acıların gerçekten özellikle yoğun bir tanımı vardır (bilimde insan “peristasis kataloglarından” bahsetmeyi sever). Luka’nın Elçilerin İşleri’nde, tıpkı arkadaşınızın belirttiği gibi, bazı akılda kalıcı sözler var. Belki gelecekte, Yeni Ahit metinleriyle ilgili okuma deneyimleri hakkında arkadaşınızla doğrudan konuşma fırsatı bulmayı umuyorum.” Bu son cümleyi okur okumaz zihnim neredeyse ışık hızıyla Üstad’ın “İsevî Ruhanilerle birlikte…” işaretine gitti. Demek ki, doğru dürüst çalınmalıymış kapılar, karşı tarafta böyle bir beklenti varmış. Bu ne büyük bir lütuf böyle.

Komşulardan bizzat eve gelip hediye getirenler, posta kutusuna çikolata atanlar, çocuklara hediye getirenler oldu. Bir aile Ocak’ın ilk haftası ailecek yemeğe davet etti. Köyümüzün sütçüsünü nerdeyse bir hafta sonra görebildim mektuptan. Ayak üstü neredeyse bir saat tuttu beni. Şaşkınlığı ve sevinci görülmeye değerdi. Yanımda bizim ufaklık da vardı, akşam hava da soğuk olduğu için ancak onu mazeret göstererek ayrılabildim yanından. Ama giderken bile söz aldı; “Bu konu üzerinde en az iki-üç defa daha bir araya gelip konuşmamız gerek, ha…” Son olarak bugün yürüyüşte karşılaştığımız iki yaşlı teyze mektup için bizzat teşekkür ettiler. Çocuklar sevinsin diye beş gün önce doğmuş buzağılarını ısrarla çocuklara gösterip kendilerince gönül aldılar, bir adım attılar.

Dolayısıyla ilk adım çok şükür atılmış oldu. Bundan sonrası ise bizim temsil kabiliyetimize, temsil esnasındaki ihlas ve samimiyetimize ve Rabbimizin takdirine kaldı. Biz dün de etrafımızla saygı-sevgi çerçevesinde onlarla irtibata geçiyorduk, bugün de aynısını yapmaya çalışıyoruz. Yarın başka yere gidecek olursak yine aynısını yapacağız. Hani Anadolu’da bir söz vardır; “Adım Hıdır, elimden gelen budur.” diye. Aslında hadise tamamen bundan ibarettir. İnandığımız, hayatımızı adadığımızı iddia ettiğimiz değerleri oralarda da yaşatmak.

Bir gün Dalai Lama’ya “Sürgünde olmanıza rağmen hâlâ nasıl gülüp mutlu olabiliyorsunuz?” diye soruyorlar. Onun cevabı şu oluyor: “Değiştirmeye gücümün yetmediği durumlar için kaygılanmayı bıraktım.” Aslında bu yaklaşım Üstad Hazretleri’nin ömrü boyunca düstur edindiği tevekkül bahsinin de açılımı. Elinin erişmediği şeylerle değil, gücünün yetebileceği işlerle iştigal et.

Dünyayı bütünüyle değiştiremezsin belki ama düzeltmeye kendinden başlayabilirsin. Dünyanın değiştirilemeyeceği fikrinin gölgesinde sen de gölgeleniyorsan, aslında adı konulmamış bir mağlubiyet yaşamaktasın. Onun için de kişi evvela bizzat kendini muhatap almayı becerebilmelidir. Başkalarının ne yapması gerektiği değil, öncelikle ben yapabildiklerimden hangilerini yapabildim sorusu bu anlamda daha yerindedir. Şayet kişi öz güven eksikliğinden dolayı kendisiyle yüzleşmekten korkuyorsa, her hata yaptığında etrafında suçlayacak birilerini arar. Ancak, etrafında düzgün gitmeyen şeyler, zamanla düzelmez. Eğer insan o eksikleri fark eder, o durumdan rahatsız olur ve onları düzeltme iradesi gösterebilirse o zaman eğriler düzelir.

Böyle yapabilmek aslında sanıldığından da çok değerlidir. Zira o kişiye “bir işe yarama” duygusu verir. Hayatta bir işe yarıyor olma hissi kadar kişiye huzur veren bir şey neredeyse yok gibidir. Olur da bir gün kendini değersiz hissedersen, seni ayağa kaldıracak ve ona baş vurduğunda seni yanıltmayacak değerlerin olmalıdır. O değerler ise o ana kadar destelediğin eğitim, kültür, görgü-anane, gözlem ve bunların bütününden arta kalan şeydir. Ve bu birikimler seni sen yapar. Kişilik inşası dediğimiz şey, bunların toplamına verilen isimdir. Kimlik ise bunları nasıl kullandığımızla alakalı aldığımız tanımlamadır. Burada istisnai durum karakterle alakalıdır. Onun dışındaki toplumsal refleksler pek de şaşmaz. Bu yüzden iyi gözlemciler, izledikleri kişi, grup, cemaat hatta halklar hakkında pek şaşırmazlar. Çünkü toplumsal eğilimlerin de bir matematiği vardır.

Bazen insan yanılabilir de. Hatta çok emin olduğu durumlarda yenilgi bile yaşayabilir. Ama yanılgılar ve yenilgiler sahibini tecrübe ile eğitir. Deneyen insan aslında kaybetmez, hatta kaybederken bile kazançlıdır. O yüzden bir yerde “Karşımda yenilgi yenilgi üstüne büyüyen bir zafer vardır” dizeleri mırıldanır. Ancak ihmal öyle değildir. Kişi ihmal ederse ileride mutlaka öfkelenir. Bu öfke doğrudan kendisinedir. Yapabilecekken yapmamak, affedilebilir gibi değildir. Her ihmal derin acılar saklar bağrında ve o acıyı sindirmek hiç de kolay değildir. Kur’an’da geçen “Keşke” kavramı, aslında bütün bu ihmallerin toplamıdır. İhmal edenler, keşke diye diye bir ömür bakiyesine sahip olacaklardır.

O yüzden kişi, her şeyden evvel kendisiyle barışık ve tanışık olmalıdır. Tanışık olmalıdır, zira ne yapabileceğine bizzat kendisi vakıf olmalıdır. Tanışık olmalıdır, zira eksik ve gedikleriyle sınırlarının farkına varmalıdır. Sınırlarını bilmeyen her fert hayatının bir yerinde mutlaka te’dib ile karşılaşır ve canı sıkılır. Sınırları çizecek olan şey ise kişinin kendi içine doğru yapmış olduğu yolculukla alakalıdır. O yolculuğu sağlam yapanların ikbâli parlaktır. Onlar her nerede olurlarsa olsunlar meşguliyetlerini belirlemişlerdir. Onların bu manâda bir yönlendirmeye, desteğe, işarete ihtiyaçları da yoktur. Yaşı kaç olursa olsun, sınırlarını, yani sahip oldukları bilgi-birikim ve kabiliyetlerini bilenler, yine kendi değerleri içinde bir yol bulup istikbâle doğru yürürler. Yani bir nevi “olgunlaşmış” denilebilecek bu bireyler, kendi yaralarını yine kendileri tedavi ederler.

Bu konu bana kendi kendisini ameliyat etmek zorunda kalmış bir doktorun hikâyesini hatırlattı: Leonid Rogozov.  Bu kişi yirmi yedi yaşında geç bir doktorken 29 Nisan 1961 tarihinde şiddetli ağrılarla bir güne başlar. Kendisi de doktor olduğu için bu semptomların apandisitten kaynaklandığı teşhisini koyar. Onu o anda ameliyat edecek bir başkası olmadığı için, bir şoför ve meteoroloğun yardımıyla, iki saat gibi kısa bir sürede kendisini ameliyat eder. Bu olay ise daha sonraları dünyada kendi kendine cerrahi müdahale yapan ilk doktor olarak kayıtlara geçer. Ayrıca yapmaya niyetlenip, başardığı bu operasyon da daha sonra “Order of the Red Banner of Labour” ödülüyle mükâfatlandırılır. Yani zor şartlar altında kişinin kendisine güvenerek yeltendiği her hamle ona ödül olarak mutlaka dönecektir.

Bugün dünyanın değişik yerlerine dağılmış insanları görünce biraz bu hikâye geliyor hatırıma. Bizi bu zamana kadar biz yapan unsurlar belli aslında. Her nerede olursak olalım iyilik yapma ve her kim yaparsa yapsın iyiliklere destek olma, yardım etme ve yardım kampanyalarına omuz verme, insanlarla diyalog kurma gibi hasletler bizleri biz yapmıştı. Buralarda da dün olduğu gibi yapılması gereken şey aynı aslında. Bir insan ülkesinde araba kullanıyorsa, gittiği ülkede de araba kullanabilir rahatlıkla. Hatta İngiltere gibi ters yönde seyreden trafikte bile biraz pratikle bunun üstesinden gelir sonunda. Ama her elinde “ehliyet” olan ve bunu ibraz eden kimse her yerde araba kullanamaz. Sadece o kâğıt parçasına sahipse, kimlik olarak onu üzerinde taşımaktan öte onunla direksiyona bizzat oturmamışsa önceden, ne yaparsa yapsın araba kullandıramazsınız ona. Çünkü arabayı bilmekle araba kullanmak tamamen birbirlerinden farklı şeyler.

Aynen onun gibi dün rehberlik yaptım, sohbet ettim, şu hayır işlerini eyledim,  bu projeleri gerçekleştirdim gibi şeyler diyenler, bugün de ihtiyaç olan o şeyleri dünyanın her neresinde olurlarsa olsunlar yapabilmeliler. Dün başkasının çocuğuna yaptığın rehberliği bugün kendi çocuğun için de yapabilmelisin, dün başka gruplara verdiğin sohbetleri bugün kendi çevrendeki arkadaşlarınla da organize edebilmelisin, geçmişte dünyanın değişik ülkelerinde yaptığın diyalog çalışmalarını bugün yanındaki komşunla, binandaki tanıdıklarla da yaparsın. Eğer dün bunların olması gerektiğine gönülden inanmış ve bu inanmışlık hatta bir sonraki aşama olan adanmışlıkla o işlere sahip çıkmışsan, aynısını tekrardan yapmak zorundasın. Hem de amasız, fakatsız, ancaksız. Zira ihtiyaç var ve etrafta da maalesef bugün ona el atacak çok da alternatif yok gibi. Aynen kendi kendisini ameliyat eden o doktor gibi sen de eline neşteri almalısın ve inandığını iddia ettiğin değerleri her nerede olursan ol yaşamaya koyulmalısın. Bunu yapabilirsin ve yapmalısın da.  Ama hakikî  “doktorsan”…

YADİGÂR’A MEKTUPLAR 1

16 Ocak 2022

KAZAKİSTAN’IN KOCA ÇINARLARI

16 Ocak 2022

Yorumlarınız

  1. Evet, hazırlayıp yazdığınız mektupla ne kadar samimi ve kalıcı bir dostluk kurmuşsunuz. Yazınız bir poetika gibi. Hem öğretici hem de ümit verici…Bazen insan, bu uzak diyarlarda hakikaten ne yapacağını, nasıl diyaloğa geçeceğini bilemiyor. Dünyanın her yerine dağılmış bizler için yazınızla bir şeyler yapabilecek farkındalık oluşturduğunuz için teşekkürler …

    Cevapla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir