EY AHİR ZAMAN MAĞDURU! AYAĞIN KIRILDI DİYE ÜZÜLME! ALLAH BELKİ SANA ÇİFT KANAT VERECEK…

EY AHİR ZAMAN MAĞDURU! AYAĞIN KIRILDI DİYE ÜZÜLME! ALLAH BELKİ SANA ÇİFT KANAT VERECEK…

RÛ (Faruk ARSLAN) / Kanada

Sorunların büyümesinin altında yatan faktörlerden biri insanın kendini abartıyor olması, yani enaniyettir. Kendini fazla mühim gören birinin sorunları da haliyle mühim insanın mühim sorunlarına dönüşmektedir. Bizler, enaniyetin, kibrin ve gururun coşkuyla yaşandığı bir asrın çocuklarıyız. Şairin dediği gibi;

“Balkonlarınız çok yüksek sizin baş döndürüyor

Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor.”

Binaların yükselip yeryüzünün aşağılarda kaldığı, eş zamanlı olarak, kibrin ilerleyip alçak gönüllülüğün gerilerde kaldığı bir zamanda yaşıyoruz. Laf dediğimiz nedir? Seslerden oluşan kelimeler… Beyan keramette olabilir ancak. Ama bazen insanın uykusunu kaçıran bir şeydir laf. Hatta bazen lafla bile değil, muhatabının onu hafife aldığını düşündüren yoruma açık küçük bir davranışıyla günlerce acı çekebilir insan. Lafa bile tahammülü olmayan insanın, başında dönüp durmakta olan büyük felaketler karşısında acınası bir çaresizliği vardır. Üzülmesine sebep olan kişiler ve olayların, kendisini kasten indirdiğini düşünme eğilimindedir insan. Kadere isyan etmek şeytana teslim olmaktır. Hamd ve şükrünü kaybetmek asıl kazanma kuşağında kaybetmenin adıdır. Nerede davanız? Nerede kardeşlik ve muavenet? Dayanışma ve aşk değil miydi kainatın mayası? Rekabetle birbirini kesip doğramak kime hizmet eder?

Carl Jung’a göre kişilik fonksiyonlarında herkes münafıktır. Buna “Persona”, yani “Maske” denir. Savunma mekanizması olarak insanlar toplumda başka iç dünyalarında başka davranır. Bu münafıklık gibi gelse de aslında kişilik fonksiyonu koruma amaçlıdır. Filozof Seneca der ki, “Bizimle dalga geçer gibi maksadımızı aşan ve düşüp duran bir kalem gibi bir derecede öfkelenmemize kibir yol açar. Bu öfke genellikle de bu nesnelerin aslında bizi aşağıladıkları inancından beslenir. Örneğin kalemin bizi canımızdan bezdirmek için yere düşüp durduğuna, bunu yaparak da bir anlamda, başkaları tarafından onaylanan zekamızı ya da bulunduğumuz mevkii hiçe saydığını göstermek istediğini düşünürüz.” Takıntılar ve alınganlıklar yanlış algılarla pekişirse hüsn-ü zan yerine su-i zan hükümferma olur. Haset, gurur, onur, namus, kin, nefret, kıskançlık, ayrımcılık, ırkçılık, hizipçilik, gıybet, nemacılık, koğuculuk, şeytanlaştırma, gıpta cehennem derelerinde bitlenir kanınızda şeytana ruhunuzu ucuza satarsınız.

Enaniyet, varlığın devamı için kısmen gerekli egodan daha ziyade, kibre akraba bir duygudur. Tarihsel seyre baktığımızda, teknolojik gelişmeler hayatımızı her ne kadar kolaylaştırsa da, bir yan etki olarak enaniyeti artırmaktadır. Televizyon kanalları bize başka kıtalardan görüntü sağlıyor. Bir telefonla herhangi birine istediğimiz anda ulaşabiliyoruz. Evimizin çeşmelerinden dilediğimiz zaman sıcak, dilediğimiz zaman soğuk su akıtabiliyoruz. Eskiden bir ayda gidilecek mesafeleri şu anda birkaç saatte kat edebiliyoruz. Aldığımız eğitim, yaşadığımız şehir, yaptığımız iş, bütün bu konfor, lüks ve teknolojik gelişmeler fark ettirmeksizin enaniyetimizi artırıyor ve insan kendini olduğundan ve başkalarından üstün görmeye başlıyor.

Bilgisayarda bir tuşla binlerce işçinin hareketlerini değiştirebilme imkanı Firavun’da var mıydı? Tek bir işaretle yüzlerce makineyi hareket ettirebilme gücüne Nemrut sahip miydi? Ama şimdi birçok insanda bu imkanlar var. Firavun’u Firavun, Nemrut’u Nemrut yapan, şeytanı şeytan yapan kibir ve enaniyet değil miydi? Onlarda kibir ve enaniyete sebebiyet veren, insanları yönetme gücü ve hayatı şekillendirme arzuları değil miydi ? Şimdi herkesi şeytan, herkesi Firavun, herkesi Nemrut yapabilecek derecede ayrıcalıklara her insan sahip değil midir? Bin yıl önceden bir kralı getirsek, asgari ücretle geçinen bir insanm imkanlarını ona sunsak, kendini cennete girdi zannetmez mi? Veya bizi alıp bin yıl önceki bir kralın yaşadığı konforda yaşatsalar, taştan bir taht, ilkel ulaşım ve iletişim araçları karşısında kendimizi hakarete uğramış saymaz mıyız?  Kıskançlıkla Şeytan cennetten kovulmadı mı?

Kimse itiraf etmese de kendini tanrıya benzer bir pozisyonda görüyor artık insan. Her şeyi yapabileceğini, her şeye sahip olabileceğini, istediği her şeyi değiştirebileceğini ve her şeyi yönetebileceğini düşünüyor. Her insanın nazarı, dikkati, odağı kendi benliğine dönük… Herkesin enaniyeti okşana okşana çıldırtılmış durumda. Eskiden dünyayı kasıp kavuran veba gibi salgınlar vardı. Şimdi herkese bulaşmış olan hastalığın adı enaniyet. Oysa insan kendi sadeliğine ve basitliğine dönebilse, kendisine doğada ayrılmış olan sıradan yerine geçebilse, kendisine atfettiği uydurulmuş önemden vazgeçebilse, tabiatın ve varlığın bir parçası olduğunu algılayabilse, gerçekte büyük olmayan ama büyütülmüş sorunlarından rahatlıkla kurtulabilecektir. 

Rızıklandırma, kainattaki en önemli kanunlardan biri ve Rahman esmasıyla insanları buluşturan noktadır. Rızık, dünyanın farklı yerlerine dağıtılmış ve elde edilmesi şartlara bağlanmıştır. Bunun sebebi insanı hareketlendirmek ve onu ataletten kurtarmaktır. İnsanın ataletten kurtuluşu, onun karnının doyurulmasından daha yüksek bir değer taşır. Asıl rızık uyuşukluktan kurtulmaktır. Erken kalkan, hayata heyecanla atılan, doğadaki tazeliği günün ilk saatlerinde süzmeye başlayan insanoğluna bunu yaptıran rızık arayışı değil de nedir? Eski bir sözde, “Odunu kendi kesen iki kere ısınır.” denmiştir. Rızık dağıtılmış değil de sabit, elde etmesi zor değil de kolay, istenildiği her an yanımızda bulabileceğimiz şekilde yaratılmış olsaydı, durağan bir hayata mahkum olurduk.

Hayat, rızık arayışıyla hareketlendirilmiştir. Türlü meşakkatlerle elde edilebilen rızık, insanı rehavet ve tembellikten uzak tutan, dolayısıyla bedenin yanı sıra, kalp, ruh ve maneviyatı da güçlendiren bir faktöre dönüştürülmüştür. Rabbimiz, hangi elmanın hangi ağaçtan çıkacağını belirlemiş olduğu gibi, o elmanın hangi insana, hangi tarih ve saatte nasip olacağını da belirlemiştir. İnsanın belirli bir yerde bulunan ve yazılmış bir vakitte elde edeceği rızkı onun hayatını şekillendirmeye ve yolunu çizmeye başlar. Rızkı nerelere, hangi mekanlara yazılmışsa, o da oralardan geçecek, oradaki halleri yaşayacaktır. Çapa’da içecek bir çorbası varsa o semte muhakkak uğrayacaktır. Belki hasta olarak, belki de ziyaretçi olarak gidip kendisine ait olan ve başka hiç kimsenin el uzatamayacağı o çorbayı içecektir.

Cerrahpaşa’da içecek bir yudum suyu varsa, o su onu Cerrahpaşa’ya götürecektir. Umre’de ağzına girmesi mukadder bir hurma varsa, umreye muhakkak gidecektir. Hz. Mevlana, ”Susuzluk; suyun sizi çekmesinden ileri gelir” der (Mesnevi, Cilt 3). Abdülkadir Geylani Hazretleri de “Rızkını dert etme. Çünkü o seni, senin onu aradığından daha çok aramaktadır.” buyurur. Bir hak dostu, talebeleriyle birlikte suçsuz yere hapse düştüğünde yaptığı ilk yonım “Bu hapiste yiyecek rızkımız varmış.” ifadesi olur. Rızık öyle mühim bir hakikattir ki, insanın başından geçen olayların tümünü sadece rızık hakikati üzerinden açıklamak mümkündür. Efendimiz (sav) buyurdular ki : “Allah bir kulunun bir memlekette ölmesini takdir etti mi, o kul oraya -veya orada bulunması bir şeye- muhtaç olur ” (Tirmizi, Kader, 1). Yarınki lokmamız Hindistan’daysa, bu konuda bugün hiçbir planımız olmasa dahi yarın kendimizi orada buluruz. 

Varlık yani kainat da beden elbisemiz üzerine giydirilmiş bir başka elbisedir. Elbiselerin farklı tasarımları, renkleri, biçimleri ve modelleri olduğu gibi, beden elbisesinin de kişiden kişiye değişen muhtelif tasarımları vardır. İnsan bir modeldir ve üzerinde bu vücut ve kainat elbisesi yaşam boyunca biçimlendirilmektedir. Rabbimiz insana giydirdiği varlık ve beden elbisesini keser, biçer, değiştirir, dönüştürür ve böylelikle değişik ilahi isimlerin cilvelerini sergiler. Şafi ismi hastalık üzerinden ortaya çıkar, Rezzak ismiyse açlık üzerinden. Kederler ruh ve kalbimizi şekillendirirken, biz de karşı tavrımızla kederlerimizi şekillendiririz. Böylece birbirini meydana getiren karşılıklı iki sanat eseri ortaya çıkar. İşlenmemiş ham bir taş, heykeltıraşın elinde sert aletlerle delinip yontulmaya başlanır. Kaba saba taşın mükemmel bir sanat eserine dönüşmesi, dağılıp parçalanmasına, birçok merhale ve süreçten geçmesine bağlıdır. Dünyaya gelen insan da ilahi sanatın bir ham maddesidir. Onun mükemmel olmasına giden yol musibet, gam ve kederlerle yontulmaktan geçmektedir. Bu merhalelerden geçmeyen insan hiç yaşamamış sayılır. Kader insana kostümler giydirir. Gün gelir başarı, bir başka zaman zenginlik, bir başka dönem mutluluk kostümü giydirilir. Fakat bir gün de gelir hasta veya musibetzede kostümü; fakirlik veya başarısızlık üniforması giydirir. Kaderin “Şimdi de bunu giyme zamanı” dediği her üniforma, hayatın renklerinden biridir. Allah’ın tecellilerini hissetmenin dışında bir hissediş mümkün değildir. Çünkü hislerimiz ilahi isimlerin içimizdeki temsilcileridir. Pişmanlık da, mutluluk da Cenab-ı Hakk’ın tecellilerini hissediş biçimlerindendir. Her esmanın ayrı bir rahmeti ve tadı vardır. Rahman isminin başka, Kahhar isminin başka, Müntakim ismininki başka türlüdür. Piyanonun tuşlarından çıkan sesler farklı olsa da, piyanonun iyi tuşu, kötü tuşu yoktur.

Varlıkta kötülük yoktur, farklılık vardır. Cenabı Hak Sani’dir; biz de onun sanat eserleriyiz. O halde hayatımız ve bedenimiz üzerinde farklı notaları çalan O’dur. Dünyaya da kendi yaşamımıza da armoni açısından bakarsak, seslerin her zaman uyumlu olmadığını, bu armonik yapı içerisinde hoş tonların da sert tonların da, diyezlerin de bemollerin de duyulduğunu, bazı seslerin yumuşak ve rahatlatıcı; ötekilerininse rahatsız edici olduğunu görürüz. Eğer bir müzisyen yalnızca bunların bazılarından hoşlanırsa nasıl şarkı söyleyebilir?

Müzisyen bu ses ve tonların hepsini birden kullanmayı, bunları bir araya getirmeyi bilmelidir. Biz de yaşamımızdaki iyi ve kötü şeylere böyle bakabilmeliyiz; çünkü iyi şeyler de kötü şeyler de aslında aynı özdendir, bizim yaşamımıza aittir. Evet, önemli olan toprak gibi, bağrımıza her düşeni kabullenebilmek ve onu dönüştürebileceğimiz en güzel şeye dönüştürebilmek. 

İnsanın dert, bela ve musibet olarak algıladığı durumlar, esasında üzerinde tecelli eden ilahi isimlerin farklılaşmalarından öte bir durum değildir. Daha yoğun sanat için, tecellilerin çoğalması ve farklılaşması gerekir. Böylelikle Rabbimiz insanı halden hale çevirir, bir çok farklı hadise içerisinden geçirir ve ona çok farklı deneyimler yaşatır. İlahi tasarımların içinde elemler de vardır, nimetler de. Elemler birtakım ilahi isimlerin hükümlerini ortaya koymak içindir, nimetler de başka bir takım ilahi isimlerin…

Rabbimiz insanın başına hikmet, şefkat ve lütuf içeren her türlü hadiseyi getirir ki, her esma yerini başka bir esmaya bırakabilsin. Cenab-ı Hakk’ın Kabıd ve Basır isimleri vardır. Kabıd daraltan, Basıt genişleten manasına gelir. Bu sebeple hayatımızda kabzlar ve bastlar, yani daralmalar ve ferahlamalar bir döngü halinde birbirini takip eder. Bazen daralma dönemi uzun sürer, bazen ferahlık dönemi. Bazen ikisi iç içe geçer. Kur’an-ı Kerim ‘Zorlukla beraber kolaylık vardır” buyurmaktadır (İnşirah, 5). “Allah bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır” (Talak, 7) . Kendimizi hastanede bulduysak üzerimizde tecelli eden Şafi ismi, mahkemede bulduysak tecelli eden Adl ismidir.

Muhsi, Muhsin ve Muhyi ismi hayatın ölümsüz varlığını gerektirirken, Mümit, Darr ve Kabz isimleri ölümü ve ölüme vesile olan hadiselerin varlığını gerektirir. Bir de, ilahi esmalara zıddiyet yönünden ayna tutmak söz konusudur ki, beyaz yazı en iyi siyah zeminde açığa çıktığı gibi, insandaki bir takım haller de Cenab-ı Hakk’ a ait esmaların zuhur etmesine vesile olur. İnsan hastalanarak Cenabı Hakkın ‘hastalanmayışına’ ayna olurken, her varlığın ölmesi, ölümsüz bir varlığa işaret etmektedir. Her varlığın bir şeylere muhtaç oluşu, hiçbir şeye muhtaç olmayan yani Samed olan bir varlığı gösterirken, yaratılmışların aciz ve zayıf oluşu, Mutlak Kudret sahibi bir varlığı ispat etmektedir. Hayatı ve ilahi isimleri bir bürün olarak algılayabilmek için farklı ilahi isimlere muhatap olunması icap eder. Kur’an’da, “O her an ayrı bir tecellidedir “buyrulur (Rahman, 29), Muhtelif esmalara mazhar olabilmenin yolu sürekli hal değiştirmekten, hareket etmekten, daima tavır değişikliği içinde olmaktan geçer. Bunu sağlayan önemli faktörlerden biri musibetlerdir. Yerinden kıpırdamayan, başından farklı haller geçmeyen insan, farklı ilahi isimlerin tezahürleriyle karşılaşmıyor demektir.

KADER DEĞİRMENİ

27 Mart 2022

YORGUN İRADELER

27 Mart 2022

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir