HELİKOPTER REHBERLİK

HELİKOPTER REHBERLİK

Dr. BİROL TOPUZ

İslam’ı zamanında dünyaya yayan kişiler, gruplar ve onların özellikleri, sanırım bu dönemde en çok dikkat edilip, incelenmesi gereken tema. Zira, gerek Medine çevresindeki zulmün tazyikiyle başta Horasan taraflarına göç eden Ehl-i Beyt üyeleri, gerek ticaret nedeniyle Uzak Doğu’ya gidip başta Endonezya olmak üzere o coğrafyayı değiştiren peygamber sahabileri, gerek Endülüs yakasında gemilerini yakıp da diğer tarafa kendilerini mahkûm eden takipçileri, gerek Rum diyarına akın eden Anadolu Erenleri, gerekse de Balkanlar üzerinden Avrupa’ya geçen Akıncılar kitlesinin neredeyse ortak tek bir özellikleri var. O da şahsi kemalatlarını tamamlamış olup, gittikleri o coğrafyalardan dönmeden oralarda maya olmayı başarabilmiş olmaları. Haliyle de oralardaki zihniyet ve kemmiyyeti oluşturan sistem, metot, malzeme ve rehberlerin yaşantılarına dikkatlice yeniden bakmaya ve kendi durumumuzu onlarla mukayese yapıp buralardaki akıbetimizi yeniden değerlendirmeye ihtiyacımız var gibi.

Öncelikle dönmeyi düşünenin birinin bulunduğu yere bir katkısı olamayacağı aşikâr. Kendi başına manevi olarak ayakta kalamayanın, bir başkasını kaldırması ise muhal. Vermeyi değil, biriktirmeyi önceleyenin müspet manada dikkat çekmesi de ham hayal. Kendiliğinden hareket edemeyenin, birilerini de peşine takıp harekete geçirmesi hayal-i muhal. O yüzden de böyle bir durum varsa, bunun sebebi tespit edilip, sorun kökünden çözülmeli. İşte bu iyi niyetle kaleme alınan bu yazı aşırı korumacı tutumun birey ve kitleler üzerinde yapmış olduğu kalıcı hasarları, sarsıcı etkileri, sosyal ilişkilere yansıyan psikolojik emareleri tespit etme amaçlı.

Tüm ebeveynler çocukları için en iyisini ister ve bu her zaman bu böyle de olmuştur. Bununla birlikte, günümüz anne-babalarının, bazen zorlayıcı veya paranoyak derecede aşırı koruma ve çocukların her işlerine aşırı müdahale tarzları var. Bunlar, tıpkı bir gözetleme helikopteri gibi çocuklarını izlemek ve korumak için sürekli olarak onların yanında olurlar. Bu yüzden onlara helikopter ebeveynler deniyor. Bu kavramı sanırım çoğumuz duymuşuzdur. Bu, kısaca “Çocuğun hayatı ile aşırı ilgili olma durumu”dur.

Bir çocuğun annesi hakkında “helikopter gibi başımda dönüyor “ demesi ile literatüre giren bu terim, 1990 yılında ilk defa bir kitapta kullanılmış ve daha sonra da benimsenmiştir. Özetle “Helikopter Anne-Babalar”, çocuğunun başından ayrılmayan, etrafında pervane olan, onun her şeyine yetişmeye çalışan, farkında olmadan onun hayatına ve kişiliğine negatif manada müdahale eden, yorulmak bilmeyen ancak kökeninde kaygı barındıran davranışları sergileyen anne babalardır. Tüm iyi niyetleri ile çocuklarının başarısı için çalışsalar da aslında onlara hareketleriyle şu mesajı verirler: “Sen beceriksizsin, bu genç yaşında hayatını dengelemeyi bilmen mümkün değil, işte bu yüzden ben devrede olmak zorundayım.” İşin ilginç yönü, çocuklar da bu durumdan gayet hoşnuttur, zira hayat onlara bu şekilde çok daha kolay gelir.

Aslında böylelikle ebeveynler çocukların değişim, gelişim çabalarına engel olur ve onları kendilerine bağımlı hale getirirler. Tabi bu da çocuğun kendine yetemeyen, değersiz, güvenilmez biri olmasına neden olduğu gibi kimlik gelişimine de müdahale eder. Aşırı korumacı çevrede büyüyen, her sorunu anne babası tarafından çözülen, kendi kararlarını kendi alamayan çocukların en belirgin özellikleri ise şişirilmiş bir egoya sahip olmak, kendine saygısı ve yeterlilik duygusu olmayan, kişiliğini bastırmış, sağduyudan yoksun, karar verme ve problem çözme becerisi gelişmemiş olan bireyler olmalarıdır. Böyle bir çocuk ileride kaçınılmaz olarak birçok becerileri eksik, beklenmedik bir durumla karşılaştığında psikolojik problemler yaşamaya yatkın, iş ve özel hayatında sorunlar ve başarısızlıklar yaşayan birine dönüşecektir. Oysa bir çocuğun gelişiminde belki de en önemli davranış problem çözme becerisidir.

Oysa duygusal esnekliği öğrenmek için bir çocuğun bazen bir yanlış adım atması gerekir, tıpkı düştükten sonra kalkmayı öğrenebilmesi gibi. Bu yüzden ebeveynleri arkasında durup bir kuklayı yönlendirdiği gibi sürekli onunla hayat arasına girmemelidir. Çünkü günün birinde çocuk hayatta zaten tek başına yaşamak zorunda kalacak, dolayısıyla da o zamana dek etrafında onun öğrenmesine engel olan ebeveyni nedeniyle de hayatın gerçekleriyle hiç bir zaman karşı karşıya gelmeyecektir. Bir gün düştüğünde ise maalesef nasıl tekrar ayağa kalkıp da devam edeceğini hiçbir zaman bilmeyecektir. Ve farkında olmadan fazla korumacılık adıyla aslında çocuğunuzun yaşantısından bu beceriyi almış olursunuz. Onu koruyayım derken hayatın gerçeklerine karşı onu savunmasız hale getirmiş olursunuz. Dolayısıyla aşırı koruyucu anne-baba olmak her ne kadar iyi niyetli gibi görünse de çocuğun normal gelişimine müdahale eden bir yaklaşımdır.

Tasvir ettiğim bu ebeveynlik durumunu ben biraz da son dönemde ortaya çıkan rehberlik sistemimize benzetiyorum. İnsanların sürekli kontrol edildiği, tek başlarına kaldıklarında manevi açıdan ayakta duramayan, şartlar değiştiğinde bocalayan ve yeni kararlar almaları gerektiğinde sürekli birilerine ihtiyaç duyan, hayatın karşısında o zamana dek elde ettikleri donanımla bir nevi korumasızmış algısıyla yaşayan bireyler… Bu durum size de ilginç gelmiyor mu? Neredeyse 20-30 yıldır sürekli Hizmet dairesinde olup da hayat karşısında düştükleri bu durum garip değil mi?

Ya rehberlik sistemimizde bir sorun var ya da rehberlik ettiğimiz insanlarda bir sorun var. Zira her eğitim sisteminin eğitim süreci sonunda beklediği bir sonucu vardır. Buna göre belli bir metodoloji ile eğitilen kişilerin artık tek başlarına hayata atıldıkları anda o zamana dek elde ettikleri öğrenim ile hayata tutunabilecekleri, hatta o donanım sayesinde karşılaştıkları yeni problemlere yeni çözümler getirebilecekleri var sayılır. Bunun için de eğitim sonrası kendilerine birer sertifika verilir. Ama insana dair hiçbir eğitim sistemi eğitime aldığı kişiyi sürekli kendisine bağımlı ve kendi kontrolünde olacak şekilde dizayn etmez. Zaten bu şekilde davranmayı karakter haline getirmiş yapıların yeni medeniyetler ve sistemler inşa ettikleri de vaki değildir.

Üstat Hazretleri “Zaman değişti asır başkalaştı.” derken aslında bizlere belki de “Sizin açınızdan, kullandığınız sistem açısından, hatta bugün muhatap olduğunuz kitle açısından da zaman değişti, sizin için dahi asır başkalaştı, o yüzden sizler de 30-40 yıldır kullanageldiğiniz sistemi yeniden ele alın, kontrol edin.” diyor. Özellikle son süreçte ortaya çıkan durum bunu bizlere çok net bir şekilde bir kez daha gösterdi de.

“Helikopter Rehberlik” ile yetişenlerin birçoğunun gittikleri yerlerde şaşkınlık yaşamaları, yeni beldelere adapte olamamaları, sürekli birilerine ihtiyaç duymaları, çoğunun kendi başlarına karar alamamaları, Hizmet prensiplerini içselleştiremediklerinden dolayı ortaya çıkan yeni şartlara göre inisiyatif alarak hamle yapamamaları ve dahası ciddi manada sorgulanması gereken önemli bir nokta. Bu ise eski düzeni yerme ya da suçlu arama çabası değil, ortaya çıkan ürüne göre her şeyi yeniden ele alma gayreti.

Çünkü görülüyor ki insanlar bunları yapamadıklarından dolayı gittikleri yerlere mazilerini ve eski yapılarını götürme yanlışına da düşüyorlar. Eski yapılar, birimler, birliktelikler ve kişilerle yeni yerlerde ayakta kalmaya çalışıyor ve böylece ikinci bir yanlışa daha imza atıyorlar. Bir nevi kendi iç âlemlerinde gereksizce eskiyi arıyorlar. Biz bunca yıl bu dairenin içinde olmamıza rağmen neden hala tek başımıza manevi olarak ayakta kalamıyoruz, burada bir sıkıntı yok mu diye ne kendilerini ne de o ana dek uyguladıkları sistemi sorgulamıyorlar. Hani Üstad “Bir yerde benim bir talebem varsa, orayı ben kendi hesabıma fethedilmiş sayarım” diyor. Buradaki talebe, bir yerde tek başına olan biri. Ama “talebe”.

Peki, bu talebe tek başına bulunduğu o yerde ne yapar? Hemen eskileri mi arar, eski çarkı orada da mı inşa eder, etrafında eskilerden bir hale mi kurar? Elbette hiç biri değil. O, o ana dek öğrendiği prensipleri oranın şartlarını da nazara alarak oralarda da yaşatmaya başlar. Kendisini içinde bulunduğu toplumdan soyutlamaz. Kendisine ait bir sera kurarak kendisini onun içine kapatmaz. Sadece kendisi gibi olanları bir araya toplayarak hayali bir toplumda yaşamaz. Tam tersine, asli vazifesi olan tebliğ ve temsili yapabilmek için o toplulukla arasına köprüler kurar, sahip olduklarını bir şekilde onlara göstermenin yollarını arar. Ve bilir ki asli vazifesi budur ve lazım olduğu tek şeyse sağlam bir maneviyattır.

Maneviyatı yoksa onun bırakın bir başkasına bir şey verip temsil yapabilmesini, zaman içinde o toplumda ayakta kalabilmesi bile muhaldir. Çünkü aslolan eski düzen ve yapıları her yere beraberinde taşıyarak ayakta kalmaya çalışmak değil, maneviyattır. Eğer ki bu, yeni bir anlayışla sağlanabilirse, mazideki o yapıları insanlar her nereye giderlerse gitsinler gittikleri o yerlere zaten yeniden kolaylıkla hem de o yer ve zamanın ruhuna uygun bir şekilde kuracaklardır. O yüzden bizim kendimize, donanımımıza, bu zamana dek uyguladığımız rehberlik sistemimize yeniden bir göz atmaya hem de ciddi bir şekilde ihtiyacımız var.

Eğer geldiğimiz bu beldelerde inancımıza uygun şekilde yeni bir medeniyet kurma hayalimiz varsa, ki bu bizim gaye-i hayalimiz, o zaman eskilerden dem vurmaları, bir arada daha çok koloni gibi toplanmaları ve bunlara da çocuklarımızın geleceği, rehberliği, asimile olma tehlikesi gibi kulplar bularak kendi nefsimizin istediği şekilde bir hayat sürdürmeyi bir kenara bırakmalıyız. Çünkü çocuklarımızı kurtaracak olan tek başına bu değil.

Rehberlik dediğimiz şey aslında yanan bir sobanın etrafında ısınan insanlar halkasıdır. İnsanlar ısındıkları müddetçe de o sobanın başından ayrılmayacaklardır. Ancak insanlar, sadece soba yandığı sürece ısınabilir. Ama soba ne kadar alımlı olursa olsun, mazide nerede bulunmuş olursa olsun şayet ısıtmıyorsa, kimseye hiçbir faydası olmayacaktır. O yüzden önce bizler başta evlerimizdeki halimiz ve manevi yaşantımız olarak başta çocuklarımızı ısıtıp ısıtmadığımıza, sonra da o ısının sistemli bir şekilde etrafa umut olup olmadığına odaklanmalıyız. Ki çocuklarımız da o ısıdan istidatları nispetinde istifade edebilsinler.

Zaten bunu başarabilenler gittikleri toplumda kaybolmamış tam tersine o toplumları mayalayabilme gücüne nail olmuşlardır. Bu anlamda sahabe efendilerimize bakın. Endonezya’ya gidenler, Endülüs’e otağlarını serenler, Orta Asya’dan Anadolu içine süzülen Erenler, Osmanlı dönemindeki Akıncılar… Hangisine bakarsanız bakın bu ruhu görürsünüz. Aldıkları eğitim, edindikleri ilkeler, ortaya koydukları müstakim ve güven verici bir hayat ile gittikleri topluma birer maya olmuş ve kitleleri etraflarında toplayıp iman örsünün önüne getirmişlerdir. Hiç birisi “Burada ne yapacağım, nasıl ayakta kalacağım, yalnızım, tek başımayım, kimse bana yardım etmiyor” gibi bahaneler üretmemiş, mazideki yapılanmaların oralarda olmadığından dert yanmamıştır. O ana dek öğrendiklerini hayatına hayat yapmış ve yeni muhataplarına uygun bir şekilde inançlarını yaşamış ve oralarda hüsnü kabul görmeyi başararak yeni medeniyetler kurmuşlardır.

Çoğumuzun gözden kaçırdığı ince bir çizgi var burada. O da şu: “Geldikleri yeni coğrafyalarda yeni bir medeniyet inşa edemeyenler, zamanla içinde yaşadıkları medeniyetin çarkları arasında öğütülmeye mahkûm olurlar.” Sosyolojik olarak izahı bir kitaba muhtaç olan bu cümleyi iyi idrak etmek lazım. Çünkü mazi baştan aşağıya bunun örnekleriyle dolu.

Evet, helikopter ebeveynlik gibi sürekli çocuğun başında durmak, onun büyümesine müsaade etmemek, kendine özgüven duymasının önüne geçmek aslında en kötü anne babalık biçimidir. Zira onu koruyayım derken hayata karşı onu savunmasız bırakıyorsun. Ve bu hayatta senin sürekli onun yanında olma garantin de yok. Aynen öyle de helikopter rehberlik de kişiye yapılabilecek en kötü rehberlik biçimidir.

Tekke eğitiminde bile belli bir olgunluğa erdiği görülen talebeye bir icazet verilir ve artık onun oradan ayrılarak kendi tekkesini kurması ondan beklenir. O müessese de ancak bu şekilde gelişir ve çevreye yayılır. Ama neredeyse hiçbir eğitim sistemi muhatabını sürekli kendisine bağımlı olacak şekilde ele alıp yetiştirmez. Zira bu bireye yapılabilecek en büyük kötülük olur. Eğer 20-30 yıldır siz bazı insanlara bir eğitim verdiğinizi düşünüyorsanız ve bunun sonucunda da o insanların hala yalnız kaldıklarında ne yapacaklarını bilmediklerini, hayatlarına kendi başlarına istikamet veremediklerini, o ana dek elde ettiklerini uygulama safhasında başarısız olduklarını gözlemlemişseniz burada çok net bir sorun var demektir. Ya sisteminizde ciddi bir sıkıntı var, ki bu uygulanan materyal, metodoloji ya da uygulayıcı endekslidir ya da muhataplarınızda bir sıkıntı vardır. Ama mutlaka bir yerde bir şey vardır.

Ben Hizmet’i hep İngiltere’ye benzetmişimdir. İngiltere’de Londra ve Edinburgh gibi bir iki yer istisna, nereye giderseniz gidin sanki bütün ülkeyi gezmiş gibi olursunuz. Sokaklar her yerde aynı tarz evlerden oluşur. Merkezdeki yapı standarttır, banka, postane, restoranlar ve karşılıklı aynı markalardan oluşan bir “High Street.” O minyatür ülkenin neresine giderseniz gidin karşınızdadır. Çünkü merkezi bir yapı vardır.

Aynen öyle de Hizmet’in olduğu hangi ülkeye giderseniz gidin, kullanılan çekyatlardan tutun, takip edilen gündemlere hatta çıkan menüye kadar neredeyse aynıdır. Öyle olunca her yerdeki problemler de benzerdir. Hem de ayniyet ölçüsünde bir benzerlik vardır her yerde. O yüzden, istisna yerleri çıkın, eğer Hizmet’e ait bir yerdeki sistem ya da insana dair bir problemi tespit etmişseniz anlayın ki o problem her yerde vardır. Ekonomik sıkıntıdan idari yapılanmaya, karar alma mekanizmalarındaki sorunlardan, insani ilişkiler alanına kadar bu her yerde aynıdır. O sebeple ben bazı problemleri hiçbir zaman “O, şahısla alakalı, kişisel, fıtratla alakalı bir durum” diyerek geçiştirmeyi doğru bulmadım. Bu sorunu küçümsemek, tehlikeyi ya gerçekten görememek ya da üzerini örtmek demektir.

Atamalarından, eldeki paranın tasarrufuna, idareci kaynaklı sorunlardan, rehberliğe kadar bakın neredeyse farklı kıtalardan gelen hemen hemen herkeste aynı şikâyetleri duyarsınız. Bunun bence iki sebebi var; birincisi benzer kişilerin oradan oraya tayinle giderken aynı sorunları da gittikleri yerlere beraberlerinde götürmeleri. İkincisi ise merkezi bir mekanizma ile yönetilen ve denetleme şekli neredeyse her yerde aynı olan bir yapının her yerde bir birine benzer sorunlar üretmesinin kaçınılmazlığıdır. O yüzden son dönemde yapılan gözlemlerde de bu durum neredeyse hiç şaşmadı.

Bu tespitlerle beraber aynı şeyi yeniden vurgulamakta fayda var: Zaman artık çooook değişti, asır da muhataplarımız da başkalaştı. Neredeyse bizden başka her şey değişti ve bunun zannediyorum bizim dışımızda herkes de farkında. Eskisi gibi bağımlı, basmakalıp, sürekli birilerine dayanarak ancak hareket edebilen insan profili yetiştirmekten sıyrılarak, elimizdeki prensip ve ilkeleri yeniden ele alıp yorumlamakta fayda var. Yoksa dün yetiştirdiğimizi zannettiğimiz ama şartlar değiştiğinde neredeyse her açıdan ayakta durmakta zorlanan, psikolojik olarak sıkıntılarla mücadele edemeyen, kendisine güveni olmayan, şahsi kemalatını tamamlayamamış, kemmiyeti gerçekten çok düşük, haliyle de değişime direnen ve bu şekliyle de kimseye ümit vermeyen bir gruptan başkası olmayacak elimizde.

Hoş, aynı anlayışla buralarda devam ettiğimizde, ileride bu günleri dahi arar hale gelebiliriz. O yüzden yeniden yapılanmaya, zamanı doğru algılamaya, anın çocuklarına kulak kabartıp yeni rehberlik yolları bulmaya mecburuz. Helikopter rehberlikten kurtulup, kendi ayakları üzerinde durabilen, nerede olurlarsa olsunlar iman ve inançlarına uygun şekilde yeniden yapılanabilen, bunun için de illa birilerinden iltifat, destek ya da işaret beklemeden değerlerini hayata geçirebilen aynen Anadolu Erenleri, Endülüs Yiğitleri, Osmanlının Akıncıları gibi bireylere ihtiyacımız var.

Üstad’ın o enfes yaklaşımıyla “Eski hal muhal ya yeni hal ya da izmihlal.”

NOT: Bu yazı yakında yayınlayacağız DEĞİŞİM isimli kitaptan alınmıştır.

HÜZÜNLÜ YILLAR

28 Temmuz 2024

FİDAN

28 Temmuz 2024

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir