SAHİP OLMAK,  SAHİP ÇIKMAK,  AİT  OLMAK  YA DA …

SAHİP OLMAK, SAHİP ÇIKMAK, AİT OLMAK YA DA …

Birol TOPUZ

Bir yerde “bulunmak” ile orada “var olmak”, bir şeye “sahip olmakla” ile  bir şeye “ait olmak” hatta bir yerde “görünmek” ile o yere ve değerlerine “sahip çıkmak” arasında derin farklılıklar vardır. Ve ancak yer tayinine göre oradan istifade edilecektir.

Çünkü var olmak için irade ve kabiliyetlerin bizatihi harekete geçirilmesi gerekmektedir. “Bulunmak”, pasif bir yer tayini iken, “var olmak” aktif bir halin göstergesidir. Her bulunuş bir var oluşa işaret etmez bu yönüyle. Ama her varoluş bir bulunmadır bir yerde. Yine bir şeyi destekleyip sahip olmakla kendini oraya ait hissetmenin de mertebeleri vardır. Bir yerde gördüğümüz bir şey, o yere ait olmayabilir. Kimi bir yerde sadece ismiyle bulunur, kimi de hem ismi hem de cismiyle. Diğeri de o yerde ismiyle, cismiyle ve dahi ameliyle görünür. Sorumluluk alır, mesai harcar, sevabıyla-günahıyla işin altına girer. Gün olur muvaffak olur gün olur işin altında kalır, tökezler. Ama her iki hali de aslında bir şey söyler: “Ben oradaydım ve boş durmadım.”

Hatırlayın, üniversite yıllarında ders seçerdik. Ders seçmeyle iş bitmezdi. Seçtiğimiz derse de giderdik. Gitmek de yetmezdi, gider orada uyuklamaz, dersi dinlerdik. Hatta ders için gerekli malzemeleri temin ederdik, orada turist gibi görüntü vermezdik. Not alırdık, dinlerdik, soru sorar bazen irdelerdik. İşte bu hal, o işi benimsemenin, kabul etmenin, eksikler görülürse düzeltmenin, ufuk açıcı katkılarda bulunmanın emaresiydi bizler adına. Yani lisan-ı halimizle derdik ki aslında: “Ben burada bulunuyorum, bu işe sahip çıkıyorum, kendimi buraya ait hissediyorum. Gelip sadece burada görüntü verir gibi durmuyorum, ya da ismimi yazdırıp ortadan kaybolmuyorum. Çünkü işin sonunda buradan hesaba çekileceğim. Bunu biliyor ve bu bilinçle hareket ediyorum. O yüzden her dersi ve yerini, hatta ders saatini ve tarihini gözetliyorum, gidip oraya imza atıyorum. Gün oluyor anlatılanlara itiraz ediyor gün oluyor konuya katkıda bulunuyorum. Ve böylelikle aidiyetimi ispat ediyorum. Aidiyet derecemi belirlemeye çalışıyorum. 

Çünkü böyle yapmakla aslında farkında olmadan tekamül yolunda önemli adımlar atarak kemale doğru yürüyorum.” Zira faaliyet bir kemale işaret eder buyuruyor Üstad Hazretleri. Sahip olduklarımızın ortaya çıkmasından, kabiliyetlerinin neşv ü nema bulmasından ve bu yolla tekamül etmesinden neşet eden bir hal vardır, buyuruyor. İşte bu da muhabbettir. Yani aslında kemale giden yol, faaliyetlere iştirak edip aktif olma şartıyla alakalıdır. Çünkü kemal bizzat sevilir, başka garaz lazım değil, diye de ekliyor. İşte o kemal yolu da “bulunmadan” değil, “var olma” dan geçmektedir.

Aynı şey bizler için içinde bulunduğumuz durum itibariyle de geçerlidir. Sadece bir gruba, topluluğa, kalabalığa ait olduğumuzu söylemekle aslında sadece bir derse adımızı yazdırmış gibiyiz. Böyle bir tutum, ihtimal bize o dersten bir şey kazandırmayacaktır. Oraya ait olduğumuzu söyledik ama orada sadece arada bir göründük, belki de sonra buna bile dönem dönem ara verdik. Hatta, oralarda göründüğümüzde de gün oldu belki derste uyukladık. Bedenen oradaydık ama ruhen başka başka yerlerde dolaşmaktaydık. Yine bize böyle bir katılımın faydası olmayacaktır. Ya da derse katıldık ama dersle ilgili ne kitap, ne defter ne de gerekli diğer araçları getirdik, oturup sadece dersi dinledik. Halimiz, aslında o derse ne kadar önem verdiğimizin de tek başına delilidir, nasibimiz de ihtimal yine o oranda olacaktır.

Bir de, derse tüm gerekli malzemeyle zamanında gelen ve ders boyunca notlar alan hatta el kaldırıp itiraz eden, açıklama bekleyen ya da konuya pozitif katkı yapan, orada bulunan herkese yeni yeni ufuklar açan başka bir tipoloji var. İşte o dersin hakkını veren biri varsa, iradesiyle orada bulunan, planlı bir şekilde bir amaca göre orada yerini almış olan, müstakim bir şekilde her ders saatinde orada bulunan kişidir. İhtimal, eğer ileride o ders devam edecekse, işte o ders de yine onlar sayesinde istikbalde devam edecektir.

Diğerleri her ne kadar orada bulunmuş olsa da, Allah’ın inayeti mahfuz, ihtimal ileride o dersten yavaş yavaş mecburen ayrılacaklardır, zira böyle bir devamiyetle sınıfta kalacaklardır.

İşte bu yüzden, bir yerde “bulunuyor” muyuz yoksa orada sadece bedenen “var mıyız” onun cevabını kendi iç alemimizde yapıp ettiklerimizle bulmak durumundayız. Sadece orada ekrana girip görüntü mü veriyoruz yoksa her şeyiyle o oluşumu benimseyip ve her durum ve şart altında aktif olarak görev alıp kemale doğru yol mu alıyoruz? Çünkü Üstad, bu konumlandırma farkını gruplara ayırarak hem onlara karşı bakışı hem de onlardan beklentilerini sıralıyor ve o dergâha gelenlerin hepsini selamladıktan sonra onları üç gruba ayırıyor: Dost, kardeş, ya da talebe. Bunların da özelliklerini şöyle sıralıyor:

DOST: Eserlere ve hizmetimize ciddi taraftar olur ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmaz; kendine de bu hizmetten istifadeye çalışır. Yani eserlerle hemhal olsun. Eserler yüzünden çile çekenlere karşı hiç olmazsa kalben karşı çıksın.

KARDEŞ: Hakikî olarak hizmetlerin yayılmasına ciddi çalışır, beş vakit farz namazını edâ eder, yedi kebâiri terk eder. Burada ciddi çalışır vurgusu mühim. Kendi başına sağa-sola hizmet adına bir şey anlatma yerine, planlı-programlı, önü-arkası düşünülmüş yani istişare edilmiş bir şekilde hizmet etsin. Her aidiyet iddiasında olan başına buyruk, kendi anladığı ve algıladığı şekilde hareket etmesin. Böyle olursa şayet, herkesin yaptığı kendine göre olup diğerleri ile uyuşmadığından, herkes kendi algıladığı yerden gün gelir diğerlerini üst perdeden eleştirip, tenkit etmekten kurtulamaz. Bir anda kendisini o açmazda bulur,  ihlası kazandıran 2. düstur olan bu hizmetteki kardeşlerini tenkit etmek kıskacına yakalanır ve bugün olmazsa yarın felce uğrar. Yani, hizmet edemez hale gelir.

TALEBELİK: Her hizmeti sanki kendi malı gibi hisseder, sahip çıkar ve hayatının en önemli işi olarak o hizmetleri bilir. Olan her şeyi sanki kendi başına gelmiş gibi algılar. Bir manada ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar şuuruna erişir.

Ve bu üç tabakayı da yine kendi ile irtibatlandırmaktadır. Ona göre:

Dost: Bu hizmetin tepesindeki zatın şahsî ve zâtî şahsiyetiyle alakalıdır. Yani onu sever. Onu doğru görür. Yaptıklarını takdir eder ama sadece o noktada kalır.

Kardeş: Onun abdiyet ve ubûdiyet noktasındaki şahsiyetiyle alakalıdır. Dualarıyla, evradıyla, çetelesiyle onun izinden gider ve amellerine ortak olma ümidiyle o yolda ilerler.

Talebe: En başta buluna zatın Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı  olduğu cihetiyle ve hocalık vazifesindeki şahsiyetiyle alakadardır. Yani, ona duada ortak olmanın ötesinde, öğretileriyle onu bizatihi takip eder. Bulunduğu yerde onları yaşamaya ve yaşatmaya cehdeder.

Ve bu üç halin de yine üç kazanımı bulunur:

İlki o zattan ders almış olur ve istifade eder. Diğeri, onun amellerine ortak olur ve ahireti adına hissesini alır. Sonuncusu ise kendisini dergah-ı ilâhiyeye rabt edip, bu hizmette el ele verip koşturmak ve Allah’tan yardım ve hidayet ister.

Tercih kendi elimizde aslında. Ya, yine Üstad’ın tabiriyle, bir ihsanı ilahi olarak kendimizi içerisinde bulduğumuz bu dairenin hakkını vererek, konumumuzu orada elde etmeyi ümit ettiğimiz kazanca göre tayin edip, faal bir şekilde yolumuza devam edeceğiz. Dost, kardeş veya talebelik noktasında esaslı bir tercih yapacağız. Ya da varmış gibi, yapıyormuş gibi, sahip çıkıyormuş gibi yapıp, hizmet düsturlarının ışığında değil, kendi hevâ ve hevesâtımızın mahkumu olmuş bir şekilde hizmet ettiğimizi sanıp, kendi kendimizi kandırmaya devam edeceğiz.

Hizmet ciddi bir iş. O, ne bir güvenli sosyal çevre sunma aracı ne de dünyevi bir korunma çadırı. Bunu ciddi bir şekilde idrak ettiğimizde zaten hem çevremizin güvenliğini otomatikman almış olacağız hem de nezih bir çevreyi kendi elimizle kedimiz inşa etmiş olacağız. Jim Rohn’un ilginç bir tespiti var: “Ne kadar zeki olursanız olun, bulunduğunuz ortam; vasat ve vasatın altındaki kimselerden ibaret ise, düzeyinizi koruma imkânınız yoktur. Aslında herkes birlikte en çok zaman geçirdiği beş kişinin ortalamasıdır.”

Yani, aslında bir yerde var olmakla, oraya ait olmakla, o işe sahip çıkmakla farkında değiliz belki ama başka kimseye değil, hem dünyamız hem de ahiretimiz adına sadece kendimize sahip çıkmış oluyoruz işin sonunda. Tercih bizim elimizde. Yani aslında akıl için tercih de belli:

Nefsimize rağmen ya olacağız, ya olacağız…

KAZAKİSTAN’IN KOCA ÇINARLARI

28 Ocak 2022

GELECEĞİN TÜRKİYE'Sİ ÜZERİNE

28 Ocak 2022

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir