TESTİ KIRILMADAN…

TESTİ KIRILMADAN…

Ali Emir TOPUZ / Almanya

2005’ten beri Herkül’de düzenli olarak yazıyordum. 2007’de bir yazı daha yazmıştım ki bu daha sonra ilk kitabımda da yer aldı. Ama sonra bilgisayarım bozulduğu için onlar da kaybolmuştu. Aklıma gelen bu yazıyı internetten aramaya başladım. İlginç bir şekilde yazıyı ararken çok değişik formatlarıyla karşılaştım. Londra’daki bu olay, bir yerde Hollanda’nın başkentine, bir cami imamının oğluna uyarlanmıştı. Hatta Harun Tokak abinin Önden Giden Atlılar kitabında da aynı yazı, karakterleri değiştirilmiş şekilde çok az bir farkla yer almıştı.

O yazıyı, o dönem İngiltere’de beraber çalıştığımız Mustafa Yeşil Bey’in beni arayıp rica etmesi üzerine kaleme almıştım. O benden bir olayı detaylandırıp yazmamı rica etmişti. Ben de yazıyı 2007 baharında yazıp Herkül’e gönderdim ve yazı yayınlandı. Aradan biraz zaman geçti, Mart 2008’de Ankara’da babamı ameliyat ettirdiğim hastane lobisinde, teyzesi de o gün orada yattığı için ziyarete gelmiş olan Kerim Balcı abi ile karşılaştık. Kerim abiyle de İngiltere’de beraber çalışmıştık. Muhabbet ederken Kerim abi “Geçen ay Sızıntı’da çok güzel bir yazı çıktı, üslup senin kalemine benziyor ama isim farklı, sen mi gönderdin?” dedi. Hayır dedim. O aralar babamla meşgul olduğumdan, Sızıntı’ya falan da bakamamıştım. Bir iki gün sonra kontrol ettiğimde, gerçekten de o benim yazımdı. Ama başlığı ve yazarın ismi değişikti. “Ey Allah, var mısın yok musun? Eğer varsan..” şeklinde olan başlık “Yağmurla Gelen” olmuştu. Yazar ise “Birol Aydoğdu” olarak görünüyordu. Herhalde daha önceden basılmış bir yazı olduğu için tekrara girmesin diye böyle yapmışlardır diye düşündüm.

Aradan zaman geçti, bir başka gün İngiltere’de bir esnaf abinin evindeydik, evdeki abla “Abi, Ailem Dergisi’nde bir yazı çıktı, sizin yazılara benziyor ama isim “Bilal Topuz”, siz mi gönderdiniz?” dedi. Dergiyi rica ettim, baktım gerçekten de benim yazımdı. Yine isim değiştirerek Herkül’den alıntılanmıştı. O zaman da herhalde yine teliften dolayı böyle yapmışlardır diye hüsnü zan ettim. Ama aradan yıllar geçtikten sonra, sadece bir tespit olsun diye şimdi yazacağım bir şeyi fark ettim. O da şu; benim yazımı, gerek Sızıntı’daki arkadaşlar gerekse de o dönem Zaman’ın bünyesindeki Ailem Dergisini çıkaranlar, benim iznimi almadan, hatta bana hiç sormadan yayınlamışlardı. Ayrıca ismim de değiştirilmişti. Ve bunu yaparken bana ne sorulmuş ne de nezaketen de olsa bir açıklama yapılmamıştı.

Ayrıntıya çok girmek istemem yazıyı uzatmamak için ama bir insanın hem yazısının izinsiz alınması hem de isminin de hakaret eder gibi değiştirilmesi ne kadar büyük bir kabalık, nezaketsizlik, hatta kul hakkıydı. Çünkü emeğe, kimliğe, kişiliğe saygı yok bu davranış tarzında. İnsanın sahip olduğu ve onu var eden şey kimliğidir. Dikkat edin, bu anlattığım olayda kimliğinize dahi saygı duyulmamış. Oysa neredeyse birçok kavga ve savaş kimlikler üzerinden çıkar. Bana sormuş olsalardı, “İstediğiniz gibi yazabilir, istediğiniz değişikliği de yapabilirsiniz.” derdim. Nitekim şu an yazılarımı gönderdiğim yayınevine de aynı şeyi söyledim. İstediğiniz kısmı çıkarın, yayın ilkelerinize ters ise de yayınlamayın dedim. Benim burada anlatmaya çalıştığım şey, bizzat kendi hikâyem üzerinden geçmişe ait fark ettiğim bir şeye daha dikkat çekmek.

Hizmetin en önemli özellik ve prensiplerinden birisi, muhatabına değer vermesidir. İnsanlar, o yüzden sevmişlerdi bu yapıyı. Çünkü bu dairede değerli olduklarını düşünüyor, kendilerine karşı olan davranışlarla saygı gördüklerini hissediyorlardı. Olaya bir de tersinden bakalım, bugün şikâyet edenlerin birçoğu aslında özetle “Bana saygı duyulmuyor, fikrim alınmıyor, hiç bir şey için hatta bizzat içinde bulunduğum olaylar için bile benimle istişare yapılmıyor.” diye dert yanıyorlar. Evet, dışarıdakilere karşı sergilediğimiz bu tavrı, artık daireden diye düşünmeye başladığımız andan itibaren kendi arkadaşlarımıza karşı sergileyemiyoruz sanki.

Başarabilirsek, onların fikirlerine, işlerine, kimliklerine, dolayısıyla kişiliklerine saygı gösterdiğimiz andan itibaren işlerin tekrardan rayına gireceğine şahit olacağımıza yürekten inanıyorum. Ama hizmetin tek sahibiymiş gibi her şeye üstten bakar, hizmete ait işleri en iyi ben bilirim düşüncesiyle yürütür, kimseye hesap verme mecburiyetimiz yokmuş rahatlığıyla tasarrufta bulunursak git gide yalnızlaşırız.  Bunun üzerine bizzat şikâyetçi olduğumuz şeyler için sanki o hatalar hiç yokmuş gibi davranır, başımızı başka tarafa çevirip olanları görmemezlikten gelirsek de işte o zaman eski hatalarımızı tekrar eder dururuz. O yüzden, düne ait tespitlerin öncelikle yapılmasını ben her zaman çok önemsiyorum. Hatta yarına dair adımların ilk ayağını da bu tespitlerin oluşturması gerektiği inancıma da sıkı sıkıya bağlıyım. Kimileri bunu “Şimdi yaralarımız var.”, “Tahribat zamanı bunlarla uğraşılmaz.”, “Hele şu dönem bir atlatılsın.” gibi değişik argümanlarla ötelemek istiyorlar ama aynı görüşte değilim.

Ben bu dönemde, eğer ileriye dönük bir yapılanmanın da, diğer hizmetler icra edilirken eş zamanlı olarak hiç vakit kaybetmeden yapılması gerektiğine inananlardanım. Hatta bu yapılabilirse muavenet gibi kalemlerin de artarak katlanacağı inancındayım. Zaten mantıken, böyle bir şeyi yapmaya muavenet hizmete de engel değil ki. Eğer bu dediğim yapılabilirse, bugün uzak duran insanların zihinlerindeki karanlık noktalar aydınlatılacak, şüpheleri giderilecek ve insanların bugün geride durdukları için öne sürdükleri iddialar çürütüldüğünden dolayı, en azından bunu mazeret olarak kullanmayan samimi insanlar da yeniden kervana katılacak. Eğer bu yapılmazsa ne oluyor biliyor musunuz? Kenarda bekleyen insanların yanı sıra, geçmişteki hatalar da tekrarlanmaya devam eder. O hatalar tekrar ettiğinden dolayı da ileride  yine aynı karanlık tünele girilmiş olunur.

Bu yeni dönemde ve yapılanmada iki şeye dikkat etmeyi unutmamalıyız. İlki, kendi arkadaşlarımıza saygı duymasını öğrenip onlara gerçekten değer vermek ve bunu eylemlerimizle de desteklemek. İkincisi ise geçmişteki defterleri iyice karıştırıp, buralarda da eskiden düştüğümüz çukurlara düşmemeye çalışmak.

Bir cümleye denk geldim bu hafta, o cümlede: “Eğer burada durup daha ileri gitmeyeceksek, neden buraya kadar geldik ki?” yazıyordu. İşte bu cümlenin etkisiyle o eski yazımı aramıştım. Çünkü o yazıyı okuyup da “Keşke benim de öyle bir imkânım olsa, ben de Efendimizin dinini hem de gayrimüslimlere anlatma fırsatı yakalasam, keşke elime bu imkân geçse.” düşüncesinde olan bir sürü insanla karşılaşmıştım. Şimdi o insanların birçoğu bugün o muhataplarla komşu. Bilmiyorum kaçımız muhataplarımızı o gözle algılayıp da böyle bir fırsat kolluyoruz. Ama bunu gerçekleştirebilmemiz ise dediğim gibi iki şeye endekslenmiş durumda: İlki mazimizle yiğitçe yüzleşmemize, ikincisi ise şimdiki hali maziden aldığımız derslerin yardımıyla temsil noktasında hakkını vererek icra etmemize. Güven veremeyen hiçbir grup ya da kimse burada bir şey sunamaz muhataplarına. Hocaefendi’nin  2001’de söylediği şu cümle de önemli aslında rota ve yön tayinimiz adına: “Günümüzde tedbir, şeffaflıktır.”

YADİGÂR’A MEKTUPLAR 2

5 Mart 2022

BÜYÜK RESME BAKMAK

5 Mart 2022

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir