KAZAKİSTAN’IN HATIRLATTIKLARI

KAZAKİSTAN’IN HATIRLATTIKLARI

Ercan GÜZEL / İngiltere

Neredeyse bir haftaya yakındır Kazakistan ile yatıyor Kazakistan ile kalkıyoruz. Kocaman ülke, bir belirsizlikler ve kaos yumağına döndü ve halen, kısmen de olsa bu durum devam ediyor. Dünyada Kazakistan’ın ismini ve coğrafi yerini öğrenmeyen kalmadı gibi. Bizim gibi eskiden, Kazakistan’ın her hangi bir bölgesinde bulunup da görev yapan herkes, olup bitenleri anlamlandırmaya çalışıyor. Şiddet olaylarının sona ererek, ülkenin tekrar huzur ve sükûna kavuşması için dua edip, yalvarmaya devam ediyorlar; tıpkı oraları tanımayıp da aynı dilekleri paylaşan diğer yüz binler, milyonlar gibi…

Kazakistan serüvenimiz, 1993 yılının yaz sonunda başlamıştı. Oraya ilk gidenlerden etkilenerek mi bilmem, ben de yurt dışına çıkmak, o havayı solumak istemiştim. O sırada, üniversite öğrenimimi dondurmuştum. Yurt dışında, Malezya veya Endonezya gibi bir ülkede üniversite tahsilimi tamamlamak gibi bir niyetim vardı. Bu amaçla, Ankara’dan İstanbul’a gittim. Altunizade’de biraz oturup bekledikten sonra, yurtdışı organizasyonu işlerini yapan bir abiyle görüştüm. Bana “Kazakistan’a göndersek orada İngilizce öğretmenliği yapabilir misin?” şeklinde bir teklifte bulundu. Beklemediğim bu teklif karşısında, çok da tereddüt etmeden, “Evet, olabilir.” demiştim. İş, ailemi ikna etmeye kalmıştı; fakat bu hiç de kolay olmadı.  Bana epey direndiler ama sonunda ısrarlarıma yenik düştüler.

Memleketime gidip pasaport işlemlerini ve diğer hazırlıklarımı tamamladım. Şehrimde bulunan ‘kolej’de, İngilizce öğretmeni olan abilerimizden bir haftaya yakın mesleki seminerler aldım. Sonrasında bana ilk öğretmenlik maaşımı ve Almatı’ya gidiş uçak biletimi verdiler. Aynı yılın kasım ayının son on günüydü. Ailem beni İstanbul’a yolcu etmek için otogara kadar geldi. Annem ve babamla kucaklaştık. Onlarda genel olarak bir endişe hakimdi fakat bana güvendiklerini düşünüyordum.

O yıllarda, İstanbul ve Almatı arasında düzenli, tarifeli uçak seferleri çok pahalıydı. Bu yüzden bizim gibiler, havalimanının C terminalinden kalkan, hareket günü ve saati pek belli olmayan “charter” seferleri tercih etmek durumunda kalırdı. Bazen 6 saat, bazen 24 saate yakın terminalde beklemek gerekirdi. Uçaklar, Sovyet yapısı, eski uçaklar olurdu. Bu uçaklardan TU-154 yerine IL-86 denk geldiğinde bayram ederdik çünkü bunlar daha geniş, ferah ve hızlı idi. Ayrıca, yolcuların oturacakları yerler belli olmadığından önce nereyi bulursak oraya otururduk. Hey gidi günler…

Terminaldeki uzun bekleyişten sonra uçağa alındık. İstanbul vaktine göre saat 13.00 civarıydı. Sonunda bütün yolcular yerlerine oturmuş, uçak harekete hazır hale gelmişti. Bir müddet daha kalkış için bekledik. İlk uçak deneyimimdi. Daha önce hayatımda hiç uçak yolculuğu yapmamıştım. Uçak (TU-154) küçük olmasına rağmen, her yeri, tavanlar, balya gibi bagajlarla doluydu. Adeta adım atacak yer yoktu. O yıllar, “Laleli” esnafının bavul ticaretiyle bayram ettiği zamanlardı. Bu sebeple, İstanbul Atatürk Havalimanı’nda C terminalinden eski doğu bloku ülkelerine kalkan uçaklardaki manzara genellikle bu şekildeydi.

Beş ya da beş buçuk saat kadar süren bir uçak yolculuğu sonrası, Almatı Havaalanı’na indik. Almatı vaktine göre, gece saat 12 olmuştu. Sonraları hiç unutmayacağım, ülkeler arası saat farkları hayatıma girmişti artık. Uçaktan iner inmez, yakın olan eski terminal binasına doğru yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Zeminde, bize terminal binasının kapısını eliyle işaret edip, Türkçe “Geçiniz.” diyen görevliler, bugün gibi aklımda. Uçak gece saat 12’de indi inmesine ama şehir tarafına, “Gelen Yolcu” kapısından çıkışımız sabah saat 4’ü buldu. Eski Sovyetler Birliği bürokrasisi ne demekmiş orada anlamaya başlamıştım. Bagajla ilgili bir takım sorunlar yaşadım, ama Allah’tan uçakta yanımda oturan ve Türkiye’de üniversite öğrenimi yapmakta olan bir Kazak genci vesilesiyle, çok şükür, bu engeli daha kolay atlattık.

Normalden biraz daha uzun süren bu maratonun sonunda, nihayet terminal binasının dışına, temiz havaya doğru adım atacaktım. İçimden, bana İstanbul’da ve memlekette söylendiği gibi, “Ya havaalanından beni almaya kimse gelmediyse?” diye hafif bir kaygı geçti mi? Çok net anımsayamıyorum. Ama şunu iyi biliyordum ki çok başka bir dünyaya ayak basıyordum. İstanbul’daki kargaşa ve gürültülerden sonra burası bana çok sakin gelmişti. Dışarıya adım atar atmaz, kendi yolcularını bekleyen sıradan insanlarla beraber, müşteri kapmaya çalışan taksi şoförleri bizi karşıladı. Gözlerim onların arasında, o hiç tanımadığım, beni karşılamaya gelecek olan, ismini dahi bilmediğim arkadaşı aramaya koyuldu.

Hava, memleket havasıyla kıyaslandığında oldukça soğuktu. Her yer, yeni yağdığı belli olan, aşağı yukarı 30 cm kalınlığındaki kar tabakasıyla kaplıydı. Dolayısıyla herkes, başlarında kalpak ve kalın paltolarla duruyordu. Ayağımdaki ayakkabının aslında burası için pek de uygun bir seçenek olmadığını o zaman anlamıştım. Sonra bekleyen insanların arasında, buranın yerlilerine benzer şekilde giyinmiş olsa da diğerlerinden ayırt edilen birini gördüm. Türkçe öğretmeni Tarık Bey. Giyim kuşamımdan olsa gerek, o da beni fark etmişti. Selamlaştık. Dışarıda bizi ne kadar beklediler bilemiyorum. Sanki birbirimizi eskiden beri tanıyormuşçasına hemen kaynaştık. Bütün o yabancılık hisleri, Allah’ın izniyle, sanki tamamen sıyrılmış, gitmiş gibiydi.

Daha sonra hem beni karşılamaya gelen hem de evlerinde bizi bir kaç günlüğüne misafir edecek olan öğrenci arkadaşların yanına doğru yürüdük. Taksi tutup kalacağımız eve hareket ettik. Ücret olarak verilmek üzere, cebimden memleketteki kolejin müdürü olan abinin verdiği eski rubleleri çıkardım çıkarmasına ama onlar gelişimizden bir hafta öncesinde tedavülden kalkmış, yeni millî para birimi ‘tenge’ kullanılmaya başlanmıştı. Gece yarısı Almatı caddelerinde ilerlerken, bir yıl önce gelen arkadaşlar, bir yıl içinde mucize gibi bir değişim yaşandığını anlatıyorlardı. Kar yağışı sonrası meydana gelen o sükûneti, huzur dolu havayı, Rabbimizin ihsan ettiği o sekineyi unutmak mümkün değil. Bu beni oldukça etkilemiş ve adeta kendine bağlamıştı.

Yaklaşık 35-40 dakikalık bir yolculuk sonrası misafirlik yapacağımız “jer üyi=yer evi”ne yani tek katlı müstakil eve varmıştık. Kulluk vazifelerinden sonra istirahate çekilecektik. Sabah kahvaltıda “sır” yani peynir, “kerpiç nan” yani tava ekmeği, Seylan çayı ve galiba yumurta vardı. Herkes okuluna gidecekti, ben de evde kalan bir arkadaşın yardımıyla memleketteki anne babamı telefonla arayıp sağ salim geldiğimi, beni merak etmemelerini söyleyecektim. İlginç olan, 30 cm’lik kara rağmen hayat durmuyordu ve insanlar kendilerini bu şartlara adapte etmişlerdi. Bu karın yarısı bizim oralara yağsa hem İstanbul hem de Ankara adeta felç olurdu.

O yıllarda Kazakistan’da şimdilerde artık alışık olduğumuz bir çok teknoloji yoktu. Türkiye’den yapılan aramalarda, santrale gerek kalmadan, sadece numara çevrilerek görüşme yapılsa da bu Kazakistan’dan Türkiye’ye doğru arama yapıldığında imkansızdı. Dolayısıyla ya bir postaneye gitmek ya da evden santrale bağlanıp görüşmek istediğimiz numarayı “yazdırmak” ve sıra beklemek durumundaydık. Kaç kere bunun için evli abilerin evine gittik, rahatsız ettik Allah bilir!

Birkaç gün öğrenci arkadaşların kiraladıkları evde kaldıktan sonra, bir sene boyunca benimle aynı odada kalıp, kahrımı çekecek olan Zafer Hocam beni almaya geldi. Ders vereceğimiz lisenin bahçesindeki yatakhanede, bizim öğretmen, belletmen ve öğrencilerimiz için ayrılan katta, hepimiz hayatımızın en güzel yılını geçirecektik. Bazı şeylerden mahrumduk ya da bazı şeylere zor ulaşabilirdik belki ama genç Kazakistan’ın diğer bölgelerine göre daha iyi durumdaydık. En azından kaloriferlerimiz yanıyordu, bazen kesinti olsa da elektrik vardı, sular akıyordu.

Okulumuz ve yatakhanemiz, çeşitli nedenlerle geçici olarak Almatı’da konaklamak zorunda kalan öğretmen ve müdür abilerimizi, pek ideal şartlarda olmasa da misafir etmekteydi. Mesela Moğolistan’a gitmek isteyenler, direkt Türkiye’den oraya uçuş mümkün olmadığı için, haftada bir veya iki kez kalkan uçağı beklemek zorundaydılar. Bayan Ölgey (Moğolistan’da Kazak ve Müslüman nüfusun yaşadığı şehir) havaalanı pistinin asfalt olmayıp, çoğu zaman uçakların çamura indiği söylenirdi. Benzer şekilde Kazakistan’ın başka şehirlerine gidecek misafirlerimiz uçağın veya trenin gününü ve saatini beklemek zorundaydılar. Çünkü eskiden uçak seferleri haftada sadece bir kaç gün bulunabilirdi. Kazakistan’ın uzak bölgelerine trenle yolculuk etmek de uzun sürdüğünden  her zaman tercih edilebilen bir durum değildi.

Orada kaldığımız günlerde, gece saat 12’de sokaklarda bizden başka kimsecikler dolaşmazken, sohbet veya istişare meclisinden, o temiz (sekineyle kaplı) karların üstünde bazen yaya olarak bazen de vasıtayla, bize emanet edilen yuvamıza hep beraber dönerdik. O günlerdeki safiyet, ihlas ve samimiyeti acaba daha sonra muhafaza edebildik mi? Bilmiyorum. Eğer Rabbim, günahlarımı bağışlayıp da her şeye rağmen beni cennetine (inşallah) kabul edecek olursa, o okuldaki arkadaşlarımla birlikte tekrar o anları yaşamak, hikayelerimizi birbirimize anlatmak isteyeceğim herhalde, diye düşünüyor ve niyaz ediyorum.  O günler doya doya yaşanacak ve değerlendirilecek günlermiş! Değerini şimdi daha iyi anlıyorum.

HADİ ANLAT

9 Ocak 2022

YADİGÂR’A MEKTUPLAR 1

9 Ocak 2022

Yorumlarınız

  1. Her insanın hayatında olan “unutulmaz” anılardan sizin için”Kazakistan’ın Hatırlattıkları”nda da varmış. Nasıl da güzel olmuş oralara gitmeniz. Yazınızda yaşadığınız o heyecanı, ortam tasvirlerinizi hissettiriyorsunuz okuyana.Ne güzel vefalı olmak…
    Kaleminize sağlık…

    Cevapla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir