HAYALLERİM VARDI ÇOCUKKEN

HAYALLERİM VARDI ÇOCUKKEN

TÜLAY YILMAZ / AMERİKA

Üzerimde gözler var gezinen. Kalbimin çocuk yanlarının iyice törpülendiği gündü o gün.

Ben köy çocuğuyum, tek göz bir okul odasının sınıf diye ismini koydukları, beş sınıf öğrencisinin beraber ders gördüğü bir okulun öğrencisiyim. İsmim Hediye. Annemle babam dedeme ‘hediye’ olsun diye koymuşlar ismimi. Babamın ninesinin ismiymiş. Benim doğmama yakın annemin rüyasında görünmüş Hediye Nine. Sonra da ben ismimle gelmişim işte.

Dedem köyümüz ilk kurulduğunda muhtarmış. Okulu da o yaptırmış köye. Köyün çocuklarını düşünerek devlet erkânıyla hep diyalog içinde bir okul kazandırmış köyümüze. Dedem, gözlüklerinden baktığı dünyada çok şey okuyan ve kendini öğrenmeye ve öğretmeye adamış güzel insan. Kim bilir bütün torunlarının o köyde aldığı okuma bayrağını ötelere taşıyacağını nasıl da hayal etmiştir. Halamların ve amcamların çocukları, bir de biz babamın evlatları. Dedem için gelecek bizdik işte.

Bunu bilirdik ve bunu annem de babam da bilirlerdi. O yüzden seve seve okul malzemelerimizi alıp koyarlardı önümüze. O yüzden olsa gerek babam sabahları okula gitmeden bizi önüne oturturdu. Islak eliyle ıslatıp saçlarımızı çenemizden tutarak, özenle ve mütebbessim çehresiyle, özenerek tarardı saçlarımızı.

Bir yaz sıcağının güneşi batarken dedem de bırakıp gitti bizi. O yılın her gecesi “Dede, dedeeee” diye kısık kısık, babaannemin sıcacık kolunda ve teslimiyet dolu nefesinin gölgesinde çok ağladım. Okuluma bir buruk gitti o yıl adımlarım. Abim ve ablamlar da gittiler artık köy okulumuzdan. Ben çok yalnız, ben ablasız, abisiz ve öğretmenimizle sohbet bahanesiyle sürekli gözlerimi üzerinde gezdiren dedesiz…

Abim de ablalarım da okumak için sabahları erkenden yola çıkarlardı, ilçeye giden köy otobüslerini beklemek için… Ben de henüz ikiden üçe geçmiş bir ince dal, kırılmaya müsait halimle okulun yolunu tutardım. Babamlar tarladaysa, babaannem tutardı elimden. Kıyamazdı, anlardı kendimi kimsesiz hissedişimi… Ağrıyan bacağına inat yavaş ve sükûtla bırakırdı beni Hayri Öğretmene.

Hayri öğretmen, zahirde iyiydi ya bilmem beni hiç sevmedi işte, sevemedi. Nedendir hiç bilmem. Ablamlar da abim de anlamsız bakıyorlar her söz açılışında. Gerçi bir ablamın şahit olduğu okul bahçesi temizlik gününde alnıma çarpan el arabasının sapının alnımı kanatışı ve öğretmenimin ağzından çıkan o çok haşin bir tonla “İyi oldu!” haykırışı. Of, alnımda izi kaldı o günün ama içimdeki izi daha derin inanın. Ablam da bakakalmıştı öğretmenimize. El arabasını süren Fuat’a daha bir sinirle bakarak, susmuştu yine de.

Köyün çok yıllık öğretmeniydi Hayri Öğretmen. Bazen ilçedeki evinde, bazen okulun lojmanında, kimi yalnız, kimi ailecek kalırdı. Bütün köyün nadide evladı konumunda. Köylünün bağı bağ, bahçesi bahçe, insanı insan olan. Bir de köylünün bütün evlatları elinden geçmiş bir gelecek mimarı. Mimarlar inşa eder yapar, kurar. Ama bazen çöker binaları, kurduğunun içinde kırılıp ufalanan çok olur. İşte ben de mahzun kalbimi kanatan, içime acı salan ve beni okuldan haliyle, sözleriyle bir de en kuvvetlice sopasıyla uzağa çok uzağa atan Hayri Öğretmenin Hediye öğrencisi…

Demiştim ya öğretmen beni hiç sevmedi ve herkes çok sevdi onu. Bütün köylü pek adilane davrandığını sanırdı hep. Ta ki o gün öğle yemeği boğazından geçmeyen sınıf arkadaşlarımın gözlerindeki yaşa ve kalplerindeki titremeye şahit olan nineler ve varsa o anda evdeki annelere kadar.

Çoklu eğitimin beşi biryerdesi değildik o gün. Üçüncü sınıfın sonuna doğru. Öğretmen beni tahtaya çıkardı. Zaten o zamana kadar birikmiş korkularım boğazıma sarılınca hiçbir soruyu cevaplayamamıştım. Öğretmenimin büyüyen gözleri ve sinirden kızaran yüzü bir çığlık olup düştü gözlerimden içime. Sonra da şöyle orta boy, hafif kalın, sararmış sopasıyla çaresiz açtırdığı ellerime her vuruşu… Vurdukça vuruyordu ben ağlıyordum. Sadece üçüncü sınıflar içerdeydik. Herkes teneffüste. Canım yandıkça ağlıyordum gözlerimi kapatarak. Dedem beliriyordu gözümde. Annemin beni kucaklayışı, babamın saçlarımı tarayışı sevgiyle ve babaannemin sımsıcak sevgisi dayanıp ayakta tutuyorlardı beni.

İşte ben o gün bitirdim okulu kafamda. İşte ben o gün uzak düştüm kitaplara, şiirlere, şarkılara… Dedem dedim içimden, babam dedim. Ah dedem yaşasaydı. Babam, ah tarla yerine şimdi buralarda olsaydı. Olmadı işte olamadılar. Öğretmenimin neredeyse ellerimde, kollarımda ve küçücük yanaklarımda savurduğu sopayı kavrayamadılar nasırlı elleriyle. Oysa ben çocuktum ve hayallerim vardı. Ağladım, ağladım, sonra çaresiz susuşlara gark ettim kendimi. Bir kurtulsaydım o okuldan ve öğretmenden okulun adını bile anmayacaktım.

O gün öğle yemeğine gidemedim. Babaannem halimi görürse çok üzülür ağlar diye. Sonra da bitti işte. Çocuk korkularıma sarmaladım kızarmış yanaklarımı. Yeşil gözlerim bir çimen gibi ıslak durdu o gün. Sonra aç halimle bahçeye bile çıkamadım o gün. “Okul bitti, gidebilirsiniz” deyince öğretmen, çekinerek çıktım sınıftan. Öğretmenin yanından geçerken içimden serin rüzgârlar geçti. Çok üşüdüm hem de en yakıcısından bir üşümeydi bu.

Evde beni karşılayan babaanneciğimin yemeklerini çabucak yedikten sonra hemen yattım o akşam erkenden. Annemler tarladan gelmeden uyumalıydım. Neyse uyumuş ve uyandığımda kızarık çimen yeşili gözlerime ‘uyku hali’ bakışlarımla kavuşmuştum aileme.

Zaman geçti, her gün gözümde büyüdü köyümün okul yolu. Ailemden kimseye söylemedim. Babamın yengesi gelip söylemiş torununun o gün ağlamaktan öğle yemeğini yiyemediğini. Hediye’nin yediği dayağın torununu nasıl da yorduğunu anlatmış. Babaannem bana üzgün ve gözleri dolu sorunca duyduklarını hemen dolayıp küçük ve çelimsiz ve acıyan kollarımı söz aldım ondan kimseye söylemesin diye.

İşte geçen her günün ardından, günler yuvarlanıp yıla dönünce ve daha nice şiddetli sözlere ve tavırlara ve dayaklara alışınca içimden düştü geleceğim. Okul mu, öğretmen mi, kalem ve defterler mi? Hayır hiçbiri çekemedi beni ortaokula. Çok yalvarsa da annem babam “Oku kızım” diye! Ben içim sessiz ve acıyan çığlıklarıyla kaçtım okumaktan yani aslında geleceğimden ve meslek sahibi olmaktan ve dedemin vasiyetlerinden…

Sonra çocukları okuyan bir ailenin tek köylü kızı olarak kaldım sevgili ailemde. Ablamlar da abim de ikna edemediler okumaya beni. Hayata farklı baktım. Ev kızlığı, ev hanımlığına çabuk yürüyüşlerim, evlenişim ve mutsuzluğa gark olan dünyam. Yaşadığım her sıkıntıda, hayatın yediğim her tokadında ve Öğretmenler Gününü kutladığım ablamı her arayışımda Hayri öğretmen, sert çehresi ve sesiyle aklıma geliyor ve acıyor dayak yediğim her yerim, özellikle de ellerim.

İşte böyle, benim hayatımda öğretmenimin açtığı pencere. Bazen ablama, “Öğrencilerine kızmıyorsun değil mi?” diyerek manevi baskı yapıyorum. Öyle ki bırakın dayağı kızmaya, sert bakışa ve söze dahi takatim yok. Hem büyüklerimiz boşa demezlerdi ya, ‘dil beresi sopa beresini geçer’ diye. Sadece sopası mı öğretmenimin şimşek gibi kalbimde ve kafamda çakan sözleri de içimde bir harabe kurdu, o iki üç senelik yalnız kaldığım ve savunmasız öğrenci yıllarımda.

Şimdi zaten mutsuz olan yuvamın bana sunduğu tek armağan Zeliha’m için buradayım. Korkmasın, korkutulmasın ve bir acı sözle, bakışla ve küçük de olsa sert dokunuşla okuldan uzaklara atmasın kalbini diye. Anlatın hoca hanım, hikâyemi tüm öğretmenlerinize ve hatırlatın çocuk kalbinin bir kuş kalbi gibi pırpır ve nazenin nefesi olduğunu…

***

Hediye hanım, anlattığı onca şeyden sonra yavaşça kalktı oturduğu sandalyeden. Okulun PDR Öğretmeni Esra Hoca da çakılı kalmış gibiydi sandalyesine. “Güle güle” diyebildi zorla. Hediye Hanım yaşanmışlıkları anlatmanın huzuruyla çıktı odadan. Doğruydu, her şey aslına dönüyordu işte. Evde bir acı sözünü işitmediği öğretmen babasının bir izdüşümüydü karşısında oturan Hediye Hanım.

Hayri öğretmen, Esra Öğretmenin sevgili babası. Lakin gözlerini yere eğdiren… Esra Öğretmen “ İyi ki” dedi içinden, “İyi ki beni tanımadı, tahmin bile etmedi Hediye Hanım. Yoksa küçük kızı Zeliha’yı emanet eder miydi, edebilir miydi?” 

O köyün tozlu sokaklarında az mı koşturmuştu küçükken. Hem ne çok bağ bahçede gezerlerdi ailecek. Demek o masum köylü saf, temiz insanların evladına kalkmıştı babasının kırılası sopası. Artık bütün öğrenciler için, onların şefkati solumaları için özellikle de Zeliha’nın annesinden sessizce özür dilemek için işine sımsıkı sarılıp sükûnet, tatlı dil ve güzelliklere vesile olacaktı öğretmen arkadaşlarının ders işlemesine. Yükü ağır, özrü ise yerindeydi Esra Öğretmenin.

Bu duygularla koridorda yürürken koşan bir öğrencinin kolunu acıtarak çarpmasından sonraki özür dilemesine artık sert bakmak yerine mütebessim çehresiyle baktı Esra Öğretmen. Karşısında duran ve pırpır eden yüreğinin korkusu çimen yeşili gözlerinde büyüyen bu kız çocuğu Zeliha’ydı. Zeliha!

Sarılıp koynuna çektiği Zeliha’nın başını öperken Esra Öğretmen bir şefkat titreyişiyle bıraktı gözyaşlarını, saçları ıslandı Zeliha’nın. Okşadı onları hiç yüksünmeden. Söz verdi Esra Öğretmen, artık kızmayacaktı ve artık her şeyin çok daha güzel sevgiyle ve hoşgörüyle dolu olmasına adayacaktı kendini…

NOT: Bu hikaye Crab Publishing tarafından yayınlanan TEBEŞİR KOKUSU isimli kitaptan alınmıştır. Kitap hakkında detaylı bilgiye aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz…

UMUT SÜRECİ

24 Kasım 2022

ÖĞRETMENİM

24 Kasım 2022

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir