SON NEBÎ’DEN AHİR ZAMAN HABERLERİ – IV

SON NEBÎ’DEN AHİR ZAMAN HABERLERİ – IV

Emin Osman UYGUR / Almanya

4. HABER

MEHDÎ

Mehdî  hakkında herhangi bir söz söylemeden önce Bediüzaman Hazretleri’nin şu muhteşem ifadelerine başvurmakta fayda var:

“Rivayetlerde, âhir zamanın alâmetlerinden olan ve Âl-i Beyt-i Nebevî’den Hazret-i Mehdî’nin (Radıyallah u Anh) hakkında ayrı ayrı haberler var. Hatta bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velâyet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler. Allah u a’lem bi’ssavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki:

Büyük Mehdî’nin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dairelerde icraatları gibi. Ayrıca her bir asırda müslümanlar, ümitsizlik vaktinde maneviyatını, moralini destekleyecek, güçlendirecek bir nevi Mehdî’ye veyahut Mehdî’nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan, İlâhî rahmet ile her devirde, belki her asırda bir nevi  Mehdî Âl-i Beyt’ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihyâ etmiştir.

Meselâ, siyaset âleminde Mehdî-i Abbasî ve diyanet âleminde Gavs-ı Âzam ve Şâh-ı Nakşibend ve Aktâb-ı Erbaa (İmam Ebû Hanife, İmam Şafî, İmam Ahmed ve İmam Mâlik radiyallah u anh) ve on iki imam gibi büyük Mehdî’nin bir kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdî hakkında gelen rivayetlerde, medâr-ı nazar Muhammed Aleyhi’ssalat ü Ve’sselam olduğundan, rivayetler ihtilaf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: “Eskiden çıkmış.”

Bu mesele Risâle-i Nur’da beyan edildiğinden, onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki:

Dünyada bilinen, sağlam hiçbir hanedan ve uyumlu hiçbir kabile ve aydın, bilinçli hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beyt’in hanedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin.

Evet, yüzer kutsî kahramanları yetiştiren ve binler manevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-i Kur’âniye’nin mayasıyla ve imânın nuruyla ve İslâmiyet’in şerefiyle beslenen, mükemmelleşen Âl-i Beyt, elbette âhir zamanda, şeriat-ı Muhammediye’yi ve hakikat-ı Furkâniye’yi ve sünnet-i Ahmediye’yi (aleyhi’sselam) ihyâ ile, ilan ile, icrâ ile, başkumandanları olan büyük Mehdî’nin kemâl-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet makul olmakla beraber, gayet lazım ve zarûrî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.”(1) 

Öncelikle “Mehdî-Mesih nedir ve kimdir?” sorularına cevap arayalım:

“Mesih, Hazreti İsa aleyhisselâmın isimlerinden biridir. İsa aleyhisselâma; her türlü günahtan korunmuş olması, dokunduğu hastaların Allah’ın izni ile şifa bulması; yeryüzünde çok seyahat edip sesini-soluğunu her tarafa duyurması sebebiyle bu ismin verildiği rivayet edilmektedir. Ayrıca, Mesih, İbrânî dilinde mübârek mânâsındadır. Hazreti İsa’nın şeref ve faziletini ifade etmek için de ona Mesih denilmiş olabilir. Diğer taraftan, kıyamete yakın ortaya çıkacağı bildirilen Deccal’e de gözünün birinin adeta silik olduğu veya ortaya çıktığında yeryüzünü kısa zamanda dolaşacağı için Mesih denmiştir.

Mehdî ise, hidayete ermiş, sırât-ı müstakîme yönlendirilmiş kimse demektir. Mehdî, zulüm ve adaletsizliğin her tarafı kapladığı bir zamanda gelip yeryüzünü adaletle dolduracağı ve İslâm’ı hâkim kılacağı söylenen, Ehl-i Beyt’ten olacağı işaret edilen halaskârdır.” (2)

Efendimiz sallallahu aleyhi ve selem bu konuda şöyle buyuruyor:

“Mehdî ile müjdelenin. O Kureyş’ten ve Ehl-i Beytimden bir kişidir. O insanların ihtilaf ve içtimai sarsıntılar içinde bulundukları bir sırada çıkar. O yeryüzünü, kendinden önce zulüm ve baskı ile doldurulduğu gibi, adalet ve insaf ile doldurur. Ondan yer ve gök ehli razıdır. Ve O, malı “Sahâhan” olarak taksim eder. Dediler ki: “Sahâhan nedir?” Buyurdu ki: “Seviye üzere” demektir. Ve ümmeti Muhammed’in (sallallah u aleyhi ve’sselam) kalplerini zenginlikle doldurur ve adaleti onları ihata eder. O kadar ki bir münadi: “Kimin ihtiyacı varsa bana gelsin.” diye nida etmesi emrolunduğunda, bir kişiden başka kimse gelmez. O kimse istekte bulunur. O da “Sâdin’e (hazinedâra) git, sana versin.” der. O da gider ve: “Ben Mehdî tarafından kendisine istediği verilmesi için gönderilen kimseyim.” dediğinde hazinedar: “Al.” der. O da alır. Fakat aldığını taşımaya gücü yetmez. Bunun üzerine taşıyabileceğini alır, fazlasını geri bırakır. O malla çıkar ama sonra pişman olur ve: “Ümmeti Muhammed’den (sallallah u aleyhi ve‘ssellem) nefis cihetinden en aç gözlüsü herhalde benim. Onların hepsi de bu mala davet olundukları halde benden başkası buna icabet etmedi.” diyerek aldığı malı iade etmek ister. Hazinedar da: ” Biz verdiğimizi katiyyen geri almayız.” der. Bu devir altı, yedi, sekiz veya dokuz sene devam eder. Bundan sonraki hayatta ise hayır yoktur.(3)

Mehdî inancı hemen her dinde ola gelmiştir. Peygamberler geldiği zamanlarda bir kurtarıcı bekleyen insanlar, hep gelecek peygamberin yolunu gözleyip durmuşlardı. Roma döneminde Hz. İsa aleyhi’sselam beklenmiş, Mehdî gelecek ümidiyle inananlar hayata bir başka sarılmışlardı. Öncesinde Mısır’da Mûsa aleyhi’sselam gelmeden önce yine Firavun zulmünden bıkan İsrailoğulları bir kurtarıcı bekliyorlardı. En son Âhir Zaman Peygamberi sallallahu aleyhi ve‘sselemin geleceği zamanlarda herkes onun beşaretlerini kitaplarından okumuş, kâhinlerin kehanetlerinden öğrenmiş ve bir kurtarıcı, Faraklit beklemeye başlamıştı.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve‘sselem ile peygamberlik halkası tamamlanınca artık inananlar için Allah Resûlü‘nün soyundan gelecek kurtarıcıyı gözler olmuşlar ve Allah her asırda dini ihya eden, tebliğ eden sünneti yaşayan bir âlim göndermiştir. Ama Efendimiz‘in “Bu din güneşin doğup battığı her yere yayılacak ve âhir zamanda gelecek kardeşlerime selam olsun.” beyanları İslâm’ın son bir defa daha şahlanışı müjdesi, Mehdî olayına farklı bir boyut kazandırmaktadır. Bir hadiste gelecek bu zatı Allah Resûlü şöyle tanıtır:

“Ehl-i Beytimden birini ki bu zatın ismi benim ismime uyar, babasının ismi de babamın ismine uyar. Bu zat, yeryüzünü, -eskiden cevr ve zulümle dolu olmasının aksine- adalet ve hakkaniyetle doldurur.” (4)

“Mehdî benim zürriyetimden, kızım Fâtıma’nın evlatlarındandır.”(5)

Hz. Ali radıyallah u anh, oğlu Hasan radıyallah u anha baktı ve: “Bu oğlum, Resûlullah aleyhissalât u vesselâmın tesmiye buyurduğu üzere Seyyid’dir. Bunun sulbünden Peygamberinizin adını taşıyan biri çıkacak. Ahlâkı yönüyle Peygamberinize benzeyecek; yaratılışı yönüyle ona benzemeyecek.” dedi ve sonra da yeryüzünü adaletle dolduracağına dair gelen kıssayı anlattı.”(6) 

Başka bir hadiste ise kıyamet yakın zamanda yeniden bahar müjdesi verir Efendimiz:

“Dünyanın tek günlük ömrü bile kalmış olsa Allah, o günü uzatıp, benden bir kimseyi o günde gönderecek.” (7)

Âhir zamanda Mehdî Hazretleri’nin fonksiyonun farklı bir açıdan şöyle açıklar Efendimiz:

“(İslâm’ı yaşama) işi gittikçe zorlaşacak. Dünya da ehl-i imana gittikçe sırt çevirecek. İnsanların da cimriliği artacak. Kıyamet ancak şerirlerin tepesine kopacak. Mehdî, Hz. İsa’dan başkası değildir.”(a.g.e).

Görüldüğü gibi dünyanın mü’minlere sırt çevirmesi olayı yıllardan beri her mü’minin şahit olduğu en açık olaydır. Sırt çevirmeyle kalınsa, daha beteri yapılarak onlara hayat hakkı dahi tanınmamaktadır.

İkinci olarak cimriliğin artacağını vurguluyor Efendimiz ki tam cimrilik, ferdiyetçilik, enaniyet ve egoizm asrında yaşıyor dünya. Menfaat olmadan kimsenin kimseye bir yudum su vermeye yanaşmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Ancak bu cimrilik Mehdîyetle aşılacak ki Mehdîyet de insanlığın İslâm’ı hakkıyla tanımasıyla tamama erecektir. O zaman da insanlar fevc fevc imana ve İslâm’a dâhil olacaklar.

Hz. Mehdî’nin Hz. İsa’dan başkası olmadığı durumu ise şu şekilde izah edilmektedir:

“İslâm âlimlerinden bazıları, Hazreti İsa’nın şahsen nüzulünü, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine aykırı bularak, bu nüzûle “şahs-ı manevî” nüzûlü olarak bakmışlardır. Bazıları da ayet ve hadisleri daha değişik şekilde te’vil etmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri ise, Hazret-i Mesih’in nüzûlünün şahsen olacağını nefyetmemekle beraber, daha çok şahs-ı mânevî üzerinde durmuş ve Hazret-i Mesîh’in nüzûlünü, Hristiyanlık âleminin İslâm’a iktidâ etmesi şeklinde anlamıştır. Hristiyanlığın tasaffisi için Hazret-i Mesih’in şahsen nüzulünü de uzak görmemek gerektiğini ifade ederek, “Evet, her vakit melekleri semâvattan yere gönderen, bazı vakitte Hazret-i Cibril’in Dıhye suretine girmesi gibi onları insan suretine vaz’ eden, ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer sûretinde temessül ettiren, hatta ölmüş velilerin ruhlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazreti İsa’yı, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya gönderirdi.” demektedir. Üstad, temelde meseleye böyle yaklaşırken, nüzûl keyfiyetiyle alâkalı hadislerde zikredilen Şam’da Ak Minare’ye inmesi, bir atın üzerine binmesi vb. hususlarda da kat’iyen tafsilata girmemiştir.

Evet, Hazreti Mesih’in bir şahs–ı manevî olarak inmesini çok uzak görmüyorum. Olabilir, o ruh, o mâna inebilir. Buna kimsenin itiraz etmeye de hakkı yoktur. Şahs–ı mânevî olarak gelecek demek, bir şefkat ruhu, bir merhamet mânâsı öne çıkacak, insanlar üzerinde bir rahmet esintisi belirecek. İnsanlar birbirleriyle anlaşacaklar, uzlaşacaklar demektir. Daha önce de arz etmiştim; diyalog ve hoşgörü adına değişik kiliselere gidilip “Gelin Kur’an’ı beraber okuyalım.” deniliyor. Değişik yerlerde “Siz de bizim İncil derslerimize iştirak edin.” diyorlar. Bu gidip gelmelerle Kur’an’a göre bir Hazreti İsa inanışı çıkıyor ortaya. Kiliseden, Efendimize de inanan, kendilerine “Müslüman İsevîler” diyen insanlar çıkabiliyor. Bunu, İseviyet’in tasaffisi, Mesîhiyet ruhunun mukaddimesi saymada bir mahzur görmüyorum.” (9).

Olayın bir de “Garipler” boyutunu gözlerimiz önüne seriyor Efendimiz:

“Bu din Hicaz’a çekilecek. Tıpkı yılanın deliğine çekildiği gibi. (Allah’a kasem olsun)! Yaban keçisinin dağın tepesine sığınması gibi, din de Hicaz’a sığınacaktır. Bu din garip olarak başladı, tekrar garipliğe dönecektir. Gariplere ne mutlu! O garipler ki, benden sonra insanların sünnetimden bozdukları şeyi ıslah edecektir.”

Görüldüğü gibi din yani İslâm yeryüzüne o kadar yayılmasına rağmen tekrar ilk indiği yılarda olduğu gibi yalnızlığa bürünecek. Kimse dine sahip çıkmak istemeyecek. Dindar insanlar horlanacak, aşağılanacak. Dine sahip çıkanlar ilklerde olduğu gibi baskılara, işkencelere, boykotlara… maruz kalacaklar. Âhir zamanda dine sahip çıkanlar işte bu Garipler olacaktır. Bu gariplerin özellikler de yine asrın Garib’i tarafından anlatılmaktadır:

Dünya nüfusuna oranla çok azdır onlar. “Bir avuç gönül eri, bir düzine meçhul kudsîlerdir garipler…”

Hayal, düşünce ve ufkuyla yalnız insanlardır. “Garip, yurdundan yuvasından uzak kalan, dostundan, ahbabından ayrı düşen değildir. O, yaşadığı dünya içinde bulunduğu toplum itibariyle hâlinden, yolundan anlaşılmayan; yüksek idealleri, ötelere ait düşünceleri, başkaları uğruna şahsî zevklerinden fedakârlığı ve fevkalâde himmet ve azmiyle, kendi toplumunun kanunlarıyla sık sık zıtlaşıp çakışan, çevresi tarafından yadırganıp irdenen ve her davranışıyla garipsenen insandır.”

Tüm iyi niyet ve gayretlerine rağmen dışlanan, eziyet edilen insandır.“Yardımlarına koştuğu yığınlar onu, kâh azarlayıp kapı kapı kovar, kâh derdest edip zindanlara tıkar, kâh memleket memleket sürgünlere yollar, kâh onun için darağaçları hazırlar, “aman vermen öldürün!” der, çığlıklar atarlar.”

Garipler, bir bahar müjdesidir âleme, kendi sıkıntılarına rağmen. “Garipler; baharda, başını topraktan erken çıkaran çemenlere benzerler. Toprağın ortaya çıktığı her yerde, bu şafak çiçekleri, karla buzla burun buruna gelir ve yer yer soğuğu, donu aşarak geçip, bir ulu kavga başlatırlar tipiye, borana karşı. Evet, alaca karda beyaz tülbentleriyle, güneşe gamze çakıp cilveler atan kar çiçekleri ne ise gökler ötesi âlemlere göre, bin çığlık aydınlığa koşan garipler de odur. Kara, cemre düşmeden; henüz buzlar erimeden ortaya çıkarlar. Güç bela varlıklarını sürdürür, karşılarına çıkan tehlikelerle pençeleşir, yara alır, hırpalanır ve çok defa dünya zevki namına birşey tadıp duymadan “harâb olup, turâb olup” giderler. Giderler ama gidişleri de merdâne olur. Toprağın bağrına sinip, birkaç sümbülü netice vermeden gitmezler. Onlar “bir ölür yirmi dirilirler!..”

Küfür, katı tutum ve katı düşünceler ve inançsızlık-cehalet onların eliyle yok edilir. “Küfürler, ilhâdlar, dalâletler onların eritici solukları karşısında buz gibi erir gider; çorak yerler onların nefesleriyle İrem bağlarına döner.Bin müjde gariplere! Bin muştu, fitnenin, fesadın ortalığı kasıp kavurduğu bir dönemde, ümit ve itmi’nân soluyanlara, umumun huzur ve mutluluğu için şahsî haz ve zevklerini unutanlara.” (10)  Bunlar adanmış ruhlar, hasbi insanlar ve gönül erleri ve muhabbet fedaileri olacak.

Bunlar aslında mana kahramanlarıdır. “Gönül insanı, ufku, inancı ve davranışlarıyla tam bir ruh ve mana kahramanıdır. Onun derinlik ve enginliği, bilgi ve müktesebatıyla değil; gönül zenginliği, ruh saffeti ve Hakk’a kurbeti itibarıyladır. Ona göre, bilgi adına ortaya atılan ilimlerin kıymeti, insanı hakikate ulaştırmada rehberliği ölçüsündedir ve yine ona göre, varlık, eşya ve insan gerçeğini anlamamıza yardım etmeyen malûmatın ve hele, pratik yararı olmayan nazarî bilgilerin hiç mi hiç önemi yoktur” (11).

Gönül erleri nefsanî arzulardan sıyrılmış, kendini inancı uğruna feda etmiştir. Gönül insanı, kalbî ve ruhî hayata programlı, maddî-manevî bütün kirlerden uzak durmaya kararlı, cismanî ve bedenî isteklere karşı her zaman teyakkuzda; kin, nefret, hırs, hased, bencillik ve şehvet gibi hastalıklarla mücadele azmiyle gerilmiş tam bir tevazû ve mahviyet abidesidir. O her zaman hakkı tutup kaldırma peşinde; mülk ve melekût âlemiyle alâkalı duyup hissettiklerini başkalarına duyurma iştiyakıyla yanıp tutuşan bir diğergâm, olabildiğine sabırlı ve temkinli; konuşup gürültü çıkarmadan daha çok, inandıklarını yaşayan, yaşadıklarıyla başkalarına da örnek olan bir iman ve aksiyon insanıdır: o, dur-durak bilmeden sürekli koşar. Hakk’a yürüyenlere yürümenin adabını öğretir. İç dünyası itibarıyla her zaman ocaklar gibi cayır cayır yanar ve yanarken de asla gam izhar eylemez; eyleyip ağyârı âhına âgâh kılmayı düşünmez. Her zaman içten içe yanar ve kendine sığınanların ruhlarına hararet üfler. (12)

Bunları görenler “Siz deli misiniz?” diyecek. Çünkü onlar dünyaya tapanların aksine ahireti yaşayacaklar. Maddi endişe taşımayacaklar. Karşılık beklemeden hangi dinden, hangi ırktan olursa olsun herkese hizmet edecekler. Böylece insanlık yeniden hoşgörüyü, gerçek sevgiyi, saygı ve hürmeti tanıyacak. Roma vahşeti içinde neş’et eden İsa aleyhi’sselam  ve havârîleri gibi mülâyemetle insanları imana davet edecekler. Bu hizmetin sonucunda ise Peygamberimiz’in sünnet-i seniyyeleri hayata yeniden canlılık ve renk katacak. O’nun sünnetiyle kararan dünya bir daha aydınlanacak. Onu tanıyan insanlık insan olduğuna şükredecek. Ancak bu pek de kolay olmayacağı için imanda sabredenler bu çizgide yürüyebilecekler.

Mehdî ile müjdelenmek nasip olsun.

      Kaynaklar

  1. Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı (Şualar), 5. Şua 19.mesele
  2. www.herkul.org 
  3. Ramuz el Ehadis, Ravi: Hz. Ebû Said el Hudri (r.a.), Sayfa 7 
  4. Ebu Davud, Mehdî 1, (4282); Tirmizi, Fiten 52, (2231, 2232).
  5. Ebu Davud, Mehdî 1, (4284).
  6. Ebu Davud, Mehdî 1, (4290).
  7. İbrahim Canan,  Kütüb-ü Sitte, sayı:4970
  8. www.herkul.org 
  9. Tirmizi, İman 13, (2632). 4588-
  10. Sızıntı Dergisi, Ekim 1982
  11. Sızıntı Dergisi, Temmuz 2000
  12. Sızıntı Dergisi, Temmuz 2000

SEVDA KOLONİSİ

13 Kasım 2021

BEN

13 Kasım 2021

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir