NEDEN YAZMALI ?

NEDEN YAZMALI ?

LEVİ’NİN “BOĞULANLAR KURTULANLAR”I ÜZERİNE BİR DENEME

Yahya Ay / Türkiye

“Nazi toplama kamplarıyla ilgili ilk haberler, bir dönüm noktası olan 1942 yılında yayılmaya başladı. Belli belirsiz haberlerdi bunlar ancak birleştikleri bir nokta vardı: Öylesine geniş çaplı bir kıyım, öylesine uç noktalara vardırılmış bir acımasızlık, öylesine girift bir nedenler dizisi ortaya koyuyorlardı ki, halk tam da içeriğinin bu boyutları nedeniyle haberleri yadsıma eğilimi gösteriyordu. Bir SS subayı esirlere şöyle diyordu: “Bu savaş nasıl sona ererse ersin, size karşı savaşı biz kazandık; tanıklık etmek için bir tekiniz bile hayatta kalmayacak ama biriniz kaçmayı başarsa bile, dünya onun anlattıklarına inanmayacak. Belki kuşkular, tartışmalar, tarihçilerin araştırmaları olacak ama kesin bilgiler bulunmayacak; çünkü sizinle birlikte kanıtları da yok edeceğiz. Geriye birkaç kanıt kalsa, içinizden birileri yaşamını sürdürse bile; insanlar anlattığınız olayların inanılmayacak kadar vahşice olduğunu söyleyecekler. Bunların, müttefik propagandasının abartmaları olduğunu belirtip, size değil, her şeyi inkâr edecek olan bize inanacaklar.”

İtalyan Yahudi’si Primo Levi, “Boğulanlar Kurtulanlar” isimli kitabına bu cümlelerle başlıyor. En acımasız zulümlerin yaşandığı Auschwitz Kampı’nda neler yaşadıklarını ve bu yaşananların neden kitaplaştırılması gerektiğini anlatıyor eserde. Bugün Türkiye’de yaşanan ötekileştirme ile büyük benzerlikler gösteren Nazi Almanya’sı, gelecek için ne yapılması gerektiği konusunda bize bir yol haritası sunuyor. “Hemen yazın.” diyor Levi. Çünkü zaman geçtikçe yaralar kabuk bağlıyor ve insan affetme yoluna gidiyor. Öyle ki Levi, bazı esirlerin eserlerini tamamen imkansızlıklar içinde bulunan kampta kaleme aldığını ve bunları toprağa gömdüğünü söylüyor. Peki bunun amacı ne? En başta, yukarıda SS subayının dediği “Hiç kimse sizin yaşadıklarınızdan haberdar olmayacak.” iddiasını çürütmek. Nitekim başta Levi ve Anne Frank gibi yaşadıklarını kayıt altına alan yazarlar sayesinde, bugün Yahudi Soykırımı tüm dünyaya haykırılmış durumda. İkinci neden, gelecek nesile yaşananları anlatarak benzer şeylerin tekrar etmesini önlemek. Bir başka neden ise suçluların yargılanmasına ve cezalandırılmasına yardım etmek. Nitekim, Nürnberg Mahkemeleri’nde verilen idam ve müebbet cezalarında bu gibi eserler ve tanıklıklar delil olarak kullanılmış ve suçluların gerektiği şekilde yargılanmasına yardım etmiştir.

Aynı bugün olduğu gibi, “Yaşananlardan haberimiz yoktu.” safsatası, o gün de Almanlar tarafından kullanılmıştı. Bir başka yazar Viktor Frankl, Dacua kasabasına gelen insan dolu katar katar trenlerin yükünü boşaltıp geriye boş döndüğü ama bu kadar insanın küçücük bir kasabada nasıl buharlaştığını kimsenin sorgulamadığı bir dönemden bahseder. 500 bin kişi tutuklandı ya da 150 bin kişi ihraç edildi dediğimde insanların “O kadar var mı ya?” demesi başka hangi mantıkla açıklanabilir. Yine Levi’den örnek verelim:

“Bizzat ben, Katowice’de Alman aile reislerine Auschwitz depolarından bedava olmak kaydıyla yetişkinler için ve çocuklar için giysi ve ayakkabı alma yetkisi veren kutular dolusu form buldum. Hiç kimse bunca çocuk ayakkabısının nereden geldiğini sormuyor muydu?”

Sormuyordu, çünkü herkes bu sorunun cevabını biliyordu. Sormuyordu, çünkü herkes korkuyordu. Sormuyordu, çünkü böylesi herkesin işine geliyordu. Herkes işin ucunun kendisine dokunmasından korkuyor, yaşananlardan fırsat devşirmeye çalışıyordu. “500 bin kişi tutuklanmış olabilirdi ama aralarında ben yoktum. 150 bin kişi ihraç edilmiş olabilir ama benim oğluma kızıma kadro imkânı doğdu.” sinsiliğinde gizliydi sessizlikleri. Onlar da korkuyor ve çocuklarının ihtiyacını karşılamayı önceliyorlardı. Aynı Nazi Almanya’sı günlerindeki gibi:

“O dönemi ve o ortamı çok iyi hatırlıyorum ve o zaman Almanlar’ı önyargısız ve öfkesiz yargılayabileceğime inanıyordum. Tümü olmasa da hemen hepsi sağır, dilsiz ve kör olmayı seçmişti. Çekirdek bir vahşiler grubunun çevresinde, bir “maluller” kitlesi. Tümü değil ama hemen hepsi alçakça davranmıştı.”

“Levi’nin yaşadıklarını kaleme alması hedefine ulaştı mı?” sorusuna cevap verecek olursak: Evet, bu çaba hedefine ulaştı. Eğer ben, bugün başka bir ülkede, başka bir dilde yıllar sonra bu kitabı/ kitapları okuyor ve yaşadıklarıyla empati karabiliyorsam, gayreti amacına ulaştı diyebilirim. Kendisi şöyle der:

“‘Bunlar da mı İnsan’ mütevazı boyutlarda bir kitap. İlk kez 1947 yılında 2.500 adet basılmış, eleştirmenlerce olumlu karşılanmış ancak yalnızca bir bölümü satılmıştı; Floransa’da, satılmamış kitapların bulunduğu bir depoya konulan son 600 kitap, 1966 sonbaharındaki bir su baskınında sular altında kaldı. 1957 yılında Einaudi Yayınevi kitabı basmayı kabul ettiğinde yeniden yaşama kavuştu. Sık sık kendime gereksiz bir soru sormuşumdur: Kitap hemen çok satsa ne olurdu? Belki önemli bir şey olmazdı: Olasılıkla pazar günleri yazarlık yapan (o da her pazar değil) yorucu kimyager yaşamımı sürdürürdüm; ya da belki de bu başarının gözlerimi kamaştırmasına izin verir, büyük bir doğallık içinde kim bilir nasıl bir yazgısı olacak yazarlık uğraşına girerdim.  Bu kötü başlangıca karşın kitap yoluna devam etti. Sekiz-dokuz dile çevrildi. İtalya’da ve yurtdışında radyoya ve tiyatroya uyarlandı.”

Levi için her şeye rağmen hayat devam etti. Dost sohbetlerinde anlattığı anılarına kimileri inandı, kimileri inanmadı. Ona kulak veren insanlardan anlattıklarına inananların sayısı 15-20 kişiyi geçmedi belki. Fakat şimdi onun eserleri tüm dünyaya mal olmuş durumda. Dahası; kitaplarının böyle bir başarı elde etmesi başka tanıkları da cesaretlendirdi, daha fazla ve belki de daha güzel eserlerin ortaya çıkmasını sağladı. En önemlisi ise bu eserler o gün sessiz kalanların yüzüne bir şamar gibi indi:

“Evet, kitabı İtalyanca olarak. İtalyanlar için, evlatlarımız için, bilmeyenler, bilmek istemeyenler, henüz doğmamış olanlar, bilerek ya da bilmeyerek bu aşağılanmaya rıza göstermiş olanlar için yazmıştım. Ancak kitabın gerçek alıcıları, kitabın kendilerine karşı bir silah gibi doğrulduğu kimseler onlardı, Almanlardı. Artık silah doluydu. Auschwitz’in üzerinden henüz on beş yıl geçmişti. Beni okuyacak olan Almanlar “onlar”dı, onların vârisleri değil. Suç işlemişlik ya da kayıtsız seyircilik konumundan okur konumuna geçeceklerdi. Onları bir aynanın önüne bağlayarak kendi kendilerini görmeye zorlayacaktım. Hesaplaşmanın, açık oynamanın vakti gelmişti. Her şeyden önce konuşmanın vakti… İntikam beni ilgilendirmiyordu.”

Eser ortaya çıktıktan sonra artık taraflar eşit pozisyondaydı ve ezilen ezenden, göz yumandan, sessiz kalandan bir cevap bekliyordu. En azından kendilerini ırgalamaları dahi yazarı memnun edecekti. Nitekim yazar o günleri görmüş, pek çok Alman’dan pişmanlık bildiren mektuplar almıştır. Bunların arasında hala “Ne yapabilirdik, şartlar gereği.” diyen azgın bir güruh da vardır, her zaman her yerde olduğu gibi. Daha da önemlisi o günlere tanıklık etmeyen gençler “Artık Alman olmaktan gurur duyamıyorum” deme cesaretini dahi göstermiştir.

Önümüzdeki bu örnek, neden yazmamız gerektiğini, yazmanın hem zulüm gören diğer insanlara bir borç, hem de gelecek nesle bir ihtar niteliğinde olduğunu gösteriyor. Yapmamız gereken, başarılı veya başarısız demeden, edebiyattan anlamıyorum demeden -ki pek çok başarılı eser profesyonel yazar kaleminden çıkmamıştır- ya da yazan diğerlerinin başarılı olmasını beklemeden harekete geçmek. Bir diğer şey ise sabır göstererek (akıl) sağlığımızı korumak. Yoksa bu fırtınada kurtulanlardan değil boğulanlardan oluruz.

“İnançlarının dinsel ya da siyasal olması hiç önemli değildi. Reformist rahiplerin, değişik mezheplerin liderlerinin, Katolik ya da militan Siyonistlerin, Marksistlerin, Yehova Şahitlerinin ortak noktaları, inançlarının kurtarıcı gücüydü. Onların dünyası bizimkinden daha genişti, zamanda ve mekânda daha uzak noktalara ulaşıyordu, her şeyin ötesinde daha anlaşılır bir dünyaydı: Ellerinde bir anahtar ve bir dayanak noktası, kendini feda etmenin anlamlı olabileceği uzun bir gelecek, adaletin ve yoksulluğun galip geleceği gökyüzü ya da yeryüzünde bir yerleri vardı. Onların açlığı bizim açlığımızdan farklıydı; ilahî bir cezaydı, bir kefaretti, bir adaktı ya da kapitalist kokuşmuşluğun ürünüydü. Kendilerindeki ve çevrelerindeki acı, anlamı çözülebilir bir şeydi ve bu nedenle umutsuzluğa yol açmıyordu.”

İZHAR-I MUHABBET

5 Haziran 2021

İNTİZAR KARI YAĞIYOR

5 Haziran 2021

Yorumlarınız

  1. Söz uçar yazı kalır, misali yazılanlar aslında yaşananların harf harf, kelime kelime şahidi. Hem not alınmazsa uçup gidecek hepsi unutmak ve belki unutmaya çalışmak kanat olacak onları tarihe gömen. Ama yazılanlar anlayacak yaşananları. Levi, yazmış iyi ki yazmış. Bu yazıda da güzel bir misal oldu bizlere. Yazan herkesin ve kıymetli yazar sizin de kaleminize sağlık.
    Yaşananlar, yazılanlara ve okuyanlara emanet…

    Cevapla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir