ÜZÜM YEMEYİ ÖZLEDİM

ÜZÜM YEMEYİ ÖZLEDİM

SEMİH DEMİR / BELARUS

Köydeki evimizde yattığım odanın penceresi doğuya bakardı. Yazları köye giderdik. Dedem çok genç yaşta rahmetli olduğu için onu hiç tanımadım. Her sabah erkenden uyanıp dışarı baktığımda güneş karşı dağlardan yeni doğuyordu. Evimizin aşağısındaki küçük tepenin bir tarafı aydınlanırken diğer tarafı bir süre daha karanlık kalmaktaydı. Tepenin gölgesi bahçelerin üzerine düşerdi. Güneşin vurduğu taraf aydınlanırken tepenin diğer tarafı gölgede kalırdı. Yaz mevsiminde olmamıza rağmen sabahın bu erken saatinde iliklerimize kadar işleyen bir soğuk olurdu. Sabah namazından sonraki vakit pek serin geçerdi. Pencereyi açtığımda karşıdan gelen keklik seslerini dinlerdim. O kadar güzel ötüyorlardı ki onları dinlemek benim çok hoşuma giderdi. Her sabah keklikler aksatmadan bana konser vermeye gelirdi. Güneş yükselmeye başlayınca etraf yavaş yavaş ısınmaya başlardı.

Köylüler sabah namazına kalktıktan sonra bir daha yatmazlardı. Ekinler olduğu vakit tarlaya erkenden gidilirdi. Evin kadınları ahır ve katık işlerini erkenden kalkıp yaparlardı.   

Küçüklüğümde nenemin koyunlarını da otlatmaya hep bu saatte çıkarırdım. Gün ağarana kadar otlaması gereken yere varırdım. Hayvan serinde gitsin ki otlasın derlerdi. Son zamanlarda köyün çobanları da memur gibi çalışıyorlardı. Çobanların kahvaltısını yapmadan, uykusunu almadan çıkmadıklarını görüyordum. Saate baktığımda sekiz buçuk ya da dokuzda hayvanları dağa götürüyorlardı. Nerede o eski çobanlar.

Ah o sabahları kalkmak ne zordu ağlayarak koyunları götürürdüm. Otlağa vardığımda güneş daha yükselmemiş olurdu. Koyunlar dağdaki çeşmeye yaklaştıklarında suyun kokusunu alır ve suya koşarlardı. Suyun başında başka bir sürü yoksa erkenden koyunları sular yola koyunları otlatarak devam ederdim. Otlağa vardığımda bir süre beklerdim. Hava serin olduğu için gölgede oturunca üşürdüm. Çok geçmeden diğer çoban arkadaşlar da her biri farklı yönlerden gelirdi. Hayvanları birbirine katar sırayla ekinlere ve bahçelere girmesinler diye koyunları çevirmeye birimiz giderdik. Ondan sonra akşama kadar oyun oynardık. Ağlayarak çıktığım eve güle oynaya dönerdim. Ama ne oyunlar oynardık. Hayatımda en çok oyun oynadığım devre çobanlık yaptığım bu dönemdi. Bazı zamanlar dağda yavru baykuş, şahin, keklik yakalardık. Bir süre sevdikten sonra yuvaya geri koyardık.

Boyu küçük ve uysal bir eşeğimiz vardı. Bir de nenemin bir ineği olurdu. Onları da otlatmaya beraber götürürdüm. Akşamları dönüşte eşeğe biner koşturmaya başlardım. Koyunlar ve inekler önde koşardı. Beni görenler “Hayvanlara yazık koşturma!” deseler de “Akşam sporu yaptırıyorum.” der ve bir an önce eve gelmeye çalışırdım. Nenem, hayvanları getirdiğimi fark ettiğinde hemen gelir ineğini bağlardı. Nenem için ineği çok değerliydi. Onun sütünü sağma işini hep kendi yapardı. Yoğurt, çökelek, yağ ve ayran yapmaya kimseyi elletmezdi. Kimsenin bilmemesinden değil ama öyle bir tavrı vardı. Sanki o iş sadece ona zimmetli ve ondan başka kimse daha iyi yapamazdı.

Anne ve babamın hiç kahvaltı kültürü olmamıştı. “Kahvaltımızı yapsak ondan sonra işe gitsek…” derdim ama onlar bildiğini okur ve çalışmaya kahvaltı yapmadan giderlerdi. Erkenden evden çıkarlardı ve epey çalıştıktan sonra bir ağacın ya da bir kayanın gölgesinde oturur evden götürdükleri ne varsa ya da bahçede kopardıkları meyve ve sebzeleri yerlerdi. Hiç vakit kaybetmeden işe devam ederlerdi. Ben bu tempoyu hiç sevmezdim. Ama el mahkûm uymak zorundaydım.

En sevdiğim şey tepenin gölgesinde kalan üzüm bağına gidip asmanın altına uzanmaktı. Asmanın altındaki toprak buz gibi olurdu. Bir de bağımızın olduğu yerden aşağı kuru bir dere uzanırdı. Dereden esen çok güçlü bir hava akımı vardı. Bildiğin klima etkisi yapıp ortamı soğuturdu. Tam derenin hizasından geçerken çok fena üşütürdü. Gece gündüz fark etmez her zaman orada bir rüzgâr akımı vardı. Bizim üzüm bağı da deredeki havanın etkisiyle soğuk olurdu.

Üzümün altına uzanır karşıdan annem ile babamın çalışmalarını izlerdim. Öyle bir çalışırlardı ki hayret ederdim. Yalan yok bu yaşa geldim onlar gibi çalışamam. Ama işin aslına bakacak olursan çalışmak da istemem. Bu taş toprak için ömürlerini tükettiler ama elleri her zaman bomboştu. Bir de insanca bir çalışma tempoları yoktu. Her zaman sanki çalışma kampındaydık. Ben ve ablalarım hep şikâyet ederdik ama kime anlatacaksın derdini. Kendin söyle kendin dinle. Oldum olalı bizimkiler kadar fazla çalışan birilerini hiç ama hiç görmedim. Şimdi soruyorum: “Ne geçti elinize? Koca bir gençlik heba oldu gitti.”

Her neyse bir türlü size asıl anlatacağım konuyu anlatamadım. Asmanın altına o buz gibi toprağa uzanır ve simsiyah üzümleri birer birer koparırdım. Bazı akşamlar tilki ve tavşanların da bağa gelip üzüm yediklerini asmanın altına yapılmış tavşan gübresinden ya da eşilmiş topraktan anlardım. Kocaman salkımlar arasında büyük ve en siyah taneyi bulur ve yerdim. Bazı üzümlerin de koyu mavi ve laciverte çalan renkleri vardı. Bizim bağda hiç beyaz üzüm yoktu. Beyaz üzüme bizim orada ‘ternevi’ derlerdi. Ternevi sanırsam beyaz üzümün bir cinsiydi. Sadece bir iki yerde olurdu ama onların olma vakti biraz daha farklıydı. Ama bildiğim bizim bağda hep siyah üzüm vardı.

Nerede kalmıştık? Üzümü koparır ve iri iri taneleri yemeye başlardım ama bildiğin buzdolabından çıkmış gibi olurlardı. Adeta meyveli dondurma gibi giderdi. Diş etlerim soğuktan sızlardı. Ama o kadar güzel tadı vardı ki o üşümeme değerdi. Annem karşıdan çağırırdı. “Orada uzanma, üşüyeceksin!” diye. Ama kim dinler, o soğuk üzüm tanelerinin verdiği lezzeti bırakamazdım ki.

Bir de rahmetli nenemin köye epey uzak olan ve yolu bir hayli yokuş olan bahçesi vardı. Bahçede yüksek ve büyük bir üzüm asması vardı. Çok bereketli ve güzel üzümleri olurdu. Yüksek olan asmanın az aşağısında, daha alçak ve az tutan, başka bir üzüm asması daha vardı. Bu asmanın üzümleri de ince ve uzundu. Üzüm tanesinin bir tarafı mavi bir tarafı beyaz; sert ve kütür kütür bir üzümdü. Sonrasında -başka bir yerde varsa da- ben bu üzüm cinsinden hiç görmedim.

Nenemin başka ağaçları da vardı. Ağaçları haftada bir sulardı. Ama bir gün dahi bir meyvesini görmedim. Ama nenemin son zamanına kadar vazgeçmediği yerlerden biriydi. Hem kendine hem de bize adeta eziyet olsun diye o bahçeyi sulamayı vazife edinmişti.  Ta ki artık bahçenin yokuşunu inip çıkacak gücü kendinden bulamayınca gitmekten vazgeçti. Bahçede o asmadan başka ürün veren başka bir şey de yoktu. Neneme hep “Senin sayende bu meşe ağaçları suya doyuyor.” derdim. Daha sonraları meyve ağaçları kuruyunca sadece meşe ağaçları kalmıştı.

Köye ilk tapu kadastro geldiğinde bizim bahçeyi işgüzar bir memur orman arazisi yapmıştı. O çocukluk halimle bile memura etmediğimi bırakmamıştım. “Ulan öküz arabası! Burası ta Osmanlı tahrir kaydıyla tapulu arazidir. Biz ağaçları millet gibi kesmedik koruduk.” Gerçekten de biz meşe de olsa oradaki ağaçları sever ve kimsenin kesmesine izin vermezdik.

“Biz ormanı ve ağacı severiz. Nenem yıllarca bu meşeleri suladı. Hele sen bu kaydı değiştirme seni bu köyden çıkarır mıyım diye tehdit etmiştim.”

Diğer gün gittiğimde değiştirmişti. Sanmayın ben kızdım diye değiştirdi. Babam tapu senedini gösterince bir de kuru da olsa kalan eski ağaç köklerinden dolayı tekrar bahçe olarak yeni tapuyu bize vermişti.

Üzüm asmasında kalmıştık. Asmanın bazı dalları yanında duran badem ağacının üzerine uzanmış yayıldıkça yayılmıştı. Bu asmadan on, on beş teneke üzüm topladığımı bilirim. Eşeğe yükler eve taşırdık. Eskiden “Vita” ve “Evet” marka büyük on sekiz kiloluk yağ tenekeleri vardı. Nenem tenekeyle yağ alırdı. Yağ bitince üst kapağını atar kenarları elimizi kesmesin diye çekiçler ve eşya taşımada kullanırdık. Üzümleri büyük kazanlara boşaltırdık. Üzüm şerbeti ve pestil yapardık. Ben otururdum tenekenin başına elime de bir parça ekmek alır üzümleri yerdim de yerdim. Bizim üzümlerde ne kalın kabuklu ne de boğaza takılan türleri hiç yoktu. İncecik kabukları vardı. Bildiğin yağ gibi akardı.

Doya doya üzüm yemeyeli çok uzun zaman oldu. Çocukluğumun üzerinden çok yıllar geçti gitti. O günleri o kadar özledim ki anlatamam. Üzüm bağında koparıp yediğim buz gibi üzümler aklımın bir köşesinde tatlı ve güzel bir anı olarak kaldı. Kaç şehir kaç ülke değiştirdim. Yirmili yaşlarda ayrıldığım memlekete hep üzüm vakti gidip sabahın erken vaktinde bağa giderek asmanın altında yatmayı ve buz gibi üzümlerden koparmayı hayal ederdim. Türkiye’deyken ya o dönemde işim çıkar ya da çalıştığım yerlerden izin alamazdım.

Şimdi de üzüm bağına gitmek şöyle dursun ülke toprağına adım atamıyorum. Harami saltanatı yıkılır yıkılmaz, tabi ki Allah nasip ederse, gidip çocukluğumda uzandığım yerdeki üzümleri koparıp koparıp yiyeceğim.

ÖZVERİLİ DAVRANIŞIN BEDELİ VE NEMELAZIMCILIK

9 Eylül 2022

HAYALLERİMİZ VE KEZA HER BİREY ‘KIDEMLİDİR’

9 Eylül 2022

  1. Güzel bir çalışma olmuş. Ellerine sağlık….

    Cevapla
  2. Hatıranızda çocukluğunuzun tarlasında, bahçesinde gezerken okuyucuyu da gezdiriyorsunuz? Sabahları her ağacın meyvesi dalında buz gibi olur ben de bilirim. Buz gibi soğuk ve değişik türdeki üzümleri, çocukluğunuzun hatırasından yaşadığımız zamanlarda yine dalından yemenizi diliyorum.
    Kaleminize sağlık…

    Cevapla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir