VARLIĞI ANLAMLANDIRMADA BEDİÜZZAMAN BAKIŞI

VARLIĞI ANLAMLANDIRMADA BEDİÜZZAMAN BAKIŞI

Emin Osman UYGUR / Almanya

Ressam tuvalini açık bir alanda canlandıracaktı. Önce malzemelerini kontrol etti. Fırçasını ilk olarak mavi ile renklendirdi ve tuvaline ilk fırça darbesini vurdu. Bu arada meraklı bakışlar, ressamın etrafında birer ikişer halka oluşturmaya başlamıştı ve ressam sanatına yoğunlaşmış, fırçasını tuvalin üzerinde küçük, dikkatli darbeler halinde gezdiriyordu.

Varlığın başlangıcının madde ötesi bir güçle ilgisi olmadığını savunan materyalist bakış açısı, 19.yüzyılda ortaya atılan evrim teorisi ile canlıların da maddeden evrimleşerek oluştuğu noktasına geldi. Bu bakış açısında kainat denilen fiziki alemin oluşumu, maddenin en küçük yapı taşı olarak bilinen atoma bağlıdır. Bundan dolayı materyalist felsefede madde sonsuzdur. Ancak 20. yüzyıl başlarında ortaya atılan Big Bang teorisine göre ise evren çok sıcak ve yoğun bir noktanın patlaması sonucunda oluşmuştur. Yani fiziki alemin bir başlangıcı vardır ve madde sonsuz değildir. 1920’li yıllarda ortaya atılan bu teori, 1929’da Edwin Hubble’ın evrenin genişlediğini keşfetmesi ile daha da kuvvet buldu. Buna göre büyük patlama ile birbirinden ayrılan ve hızla uzaklaşan cisimler, bir çöküşle başladığı noktaya geri dönebilirdi.

Günümüzde bilimin, atom altı parçacıklara yönelmesi ile varlığın madde ötesi bir nevi enerjiden meydana gelmiş olabileceği konuşulmaya başlandı. Atom altı parçacıklarının bir sicim gibi enerji dalga boylarından oluştuğunu savunan sicim teorisi de yine son dönemlerde maddenin ötesini anlamak için açılan pencerelerden biri oldu. Bu teoriye göre enerji dalgaları maddeye dönüşebilme kabiliyetindedir. Max Planck enstitüsü fizikçilerinden Hans Peter Dürr, konuyu şu cümle ile özetliyordu. ”Madde her ne ise maddeden yapılmamıştır.”

Bediüzzaman’ın Varlığa Bakışı

20. asrın başlarında fikirleri ve eserleri ile hayata tevhit rengini veren Bediüzzaman Hazretleri, varlıkları anlamlandırmada; bilimin, aklın, mantığın, muhakemenin, ve vahyin ışığında kalp çizgisini de hesaba katarak farklı ve yeni bir yol takip etmiştir. Ona göre varlıkların her biri bir harftir. Yani kendi başına bir anlam ifade etmez. Ve varlıklar sadece yaratıcının sanat eseri olduğu için kıymetlidir. Bu yüzden sanat eseri sevilse bile bu sevgi gerçekte sanatkâra verilir. Bediüzzaman’a göre dikkatle bakan herkes varlıkların üzerinde yaratıcının mührünü, imzasını görebilir. Yani her bir varlık bir mektup, bir kitap gibidir onun bakış zaviyesinde.

Bediüzzaman Hazretleri, varlıkların mahiyetini/var oluşlarını tam anlamak için onlara iki yönden/açıdan bakmak gerektiğini söyler. Biri maddi yön, diğeri de makuledir. Yani Bedizzaman bakışında her varlığın bir maddi tarafı bir de makulesi vardır. (Mesnevi-i Nuriye, Lasiyyemalar) Makule, bir varlığın zaman içinde aldığı farklı şekillerden oluşan hayali/vehmi veya zıllî bir sûretidir. Bir meşaleyi hızlıca çevirirsek daire şeklinde bir ateş çemberi oluşur. Normalde ateş çemberi yoktur. Oluşan görüntü makuledir. Meşale asıldır, ateş çemberi ise vehmidir. Çevirme işi bitince o da yok olur. ”Halife Ömer” dendiği zaman ‘adalet’ akla gelir. Halife Ömer’in tarihçe-i hayatı adaletle özetlenebilir. Yani adalet tecessüm etse Ömer şeklinde bir insan olurdu denebilir. Ama adalet de ateş çemberi gibi hakikatte var olan bir şey değildi. Adalet, Halife Ömer’in icraatlarının hayata yansıması idi. Ömer’in vefatı ile adalet de hayatın içindeki etkisini kaybetmeye başlamıştı.

Bediüzzaman’a göre her varlığın maddi olarak bir gayesi ve bir nihayeti olduğu gibi manevi olarak da bir gayesi, hikmeti ve nihayeti vardır. Ateş aydınlatır ve sonra da söner. Çünkü yanma maddesi bitmiştir. Makule olan çember de bir vazife görür. Orada bilim devreye girer ve ondan istifadeye medar icatlar yapar. İnsan da bu dünyaya bir vazife için gelmiştir. Yukarıdaki misale göre düşünürsek, adalet de ilme taalluk eden bir konu olarak uygulanması gereken bir vazifedir ve bu Halife Ömer’in makulesidir. O halde bu dünya ve kainat da “Allah’ın esmasının makulesi” olmalı değil midir?

Bediüzzaman Hazretleri, her iki açıdan da bakarak, varlık üzerinde kudret ve kaderin rolüne dikkat çeker. Ona göre her bir varlığın maddi suretinde kader, bilgidir, mühendistir. İlahi kudret ise ustadır. Mesela, bir ağaçta bir bilgi ve plan vardır. Ağaç o bilgi ve plana göre fidan olur, dallanır, çiçeklenir. Boyu, rengi, çiçeklerinin kokusu, meyvesinin tadı yine o plana göre şekillenir. Hangi mevsimde ve hangi iklimde ve hangi yükseklikte büyüyeceği de yine kader planında tespit edilmiştir. İşte o plan devreye girip ağaç, göz önünde görüldüğü zaman Allah’ın kudret elini müşahede etmiş oluruz. Yani Allah ilmiyle kader programını yazıyor, kudretiyle o programı inşa ediyor.

Kudret-i İlâhi insanı mükemmel bir tarzda (ahsen-i takvim) inşa etmiş. Peki sonra onu kendi haline mi bırakmış? Elbette hayır. İnsanın hayatının kareleri de ilâhi takdire bağlı olarak şekillenmektedir. Yaşayacağı yerler, karşılaşacağı insanlar, elde edeceği kazançlar, başına gelecek sıkıntılar.. hep bu çizgide cereyan eder. Kudret, bir yandan kader mühendisliği ile ördüğü insan maddesini/bedenini halden hale çevirirken bir yandan da onun makulesini, yani hayat serüvenini de kaderin çizgileri üzerinde teşekkül ettirmektedir.

”Madem bil’müşâhede görüyoruz ki, her bir zîhayatın neşvünemâ zamanında zerreleri eğri büğrü hudutlara gider durur. Zerreler yolunu değiştirir, o hudutların nihayetlerinde birer hikmet, birer fayda, birer maslahatı semere verirler. Bilbedâhe, o şeyin miktar-ı surîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmiştir. İşte, meşhûd, bedihî kader, o zîhayatın mânevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hudutları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret, o maânî kitabını, o mistar üstünde yazar. Madem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersim edilmiş müsmir hudutlar, hikmetli nihayetler olduğunu kat’iyen anlıyoruz. Elbette, her bir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahval ve etvârı, o kaderin kalemiyle tersim edilmiş. Çünkü, sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mîzanla cereyan ediyor, suretler değiştiriyor, şekiller alıyor.” (26.söz)

Dünya hayatında maddeyi/sebepleri esas alan ve yaratıcıya inanmayı reddeden eğilimde; tabiattaki varlıkların makro ve mikro planında var olan ölçüleri, fiziki, hendesi ve kimyevi dengeleri, bizzat tabiata mal edilir. Yani her oluşum kim/ne olduğu belli olmayan bir güce/bilgiye isnat edilir veya tesadüfe havale edilir. Mesela, sudaki iki elementin varlığı tabii, buluşması tesadüfidir. Ve bundan dolayı hayattaki canlılık da evrimdir. Eşyaya bakışa farklı bir açı getiren Bediüzzaman Hazretleri’ne göre ise her şey kaderle takdir edilmiş ölçüler üzerine “İlahi Kudret” ile inşa edilmektedir. Yani eşya, daire-i ilimden daire-i kudrete çıkmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri, bu konuya esîr maddesi üzerinden izah getirir. ‘Kudret-i Rabbanî’nin tohumlarının mezrâsı, sanatının mâyesi-hamuru, icatlarının elbise malzemesi ve zemini, latif bir kitap mürekkebi, emirlerinin nakil vasıtası olan esîr maddesini bazıları bizzat masdar, fail yani yaratıcı olarak tevehhüm etmişler. Halbuki esîr maddesi, Allah’ın rubûbiyet cilvesine âyinedarlık etmektedir.'(30.Lema) Yani Allah ilmiyle ve bir ölçü ile yoktan var ettiği esîr’i bir tarla bir hammadde gibi kullanarak ondan pek çok şey icat etmektedir. Bediüzzaman esîr ile ilgili şu tespitinde de esîrin diğer fiziki maddeler gibi sânî değil masnû olduğuna işaret eder: ”Nasıl ki buhar, su, buz gibi havâî, mâyi, câmid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de, madde-i esîriyeden dahi yedi nevî tabâkat olmasına hiçbir mâni-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olmaz.” (12.Lema)

Bediüzzaman Hazretleri’nin ilimden kudrete yani bilgiden maddi bir ürüne dönüşme bakışına, günümüz bilgi teknolojisi içinde, yazılım tekniğini misal gösterebiliriz. Yazılım bir bilgi işidir. Bilgiler belli bir dizi/şifre ile kayıt edilir. O kayıtlar dijitaldir yani enerjik görüntüdür. O dijital bilgiler, bir tuşa tıklama sayesinde ürün olarak varlık sahnesine çıkar. Bu açıdan bakınca atom altı parçacıklar ve onların altındaki titreşimler de bilgi kodları olarak görülemez mi? Esir veya kuarklar da kaderin bilgi sisteminden varlık alemine akan enerji dalga boyları olarak düşünülemez mi?

Bedizüzzaman Hazretleri bu bakış açısını, düşünce planında bırakmaz, ilimden kuvveye çıkan haflerin/varlıkların izahından sonra işaret ettiği manayı da insan ekseninde şöyle realize eder: ”Hiç bir şey bir zerre bile, manây-ı ismî ile masdâr (fail) olamaz. Ama o zerre manây-ı harfî ile semânın yıldızlarına mazhâr olabilir.(Mesnevi-i Nuriye) Mâlikiyet davasıdan vazgeç. Kendini mehâsin ve kemâlâtın merkezi, faili/yapıcısı görme. (Mesnevi-i Nuriye) Üstad ve mürşitler de menba’ ve masdar telakki edilmemek gerekir. Belki mazhar ve mâkes olduklarını bilmek lazımdır.(17. Lema) Son Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve’sellem) dahi masdar ve menba’ değildir. O da teceliyât-ı ilâhiyeye mazhar ve mâkestir.”

Bu arada ressam, fırçasını tuvale son defa dokundurup tablonun altına imzasını da attıktan sonra etrafında epeyce artmış olan meraklı gözlere döndü ve şöyle dedi: ”Gördüğünüz gibi bu tabloyu ben yaptım. Fırçayı ölçülü bir şekilde kullandım. Renkleri bir uyum içinde dağıttım. İlk fırça darbeleri rastgele gibi geldi size. Ama sonra uyumu fark ettiniz. Ve karşınıza bir anlık ama dallardan sarkan farklı meyveler tablosu çıktı. Beni takdir ediyorsunuz, bunu gözlerinizden anlıyorum. Ama ben sadece taklit etme yeteneğimi kullandım. Çizgileri belli olan bir şeyi resmettim. Biraz renk ve uyum bilgimi kullandım. Biraz güç kullandım. Ben bu işi yapabilmek için içimdeki bu yeteneği sevdim. Sonrası da biraz gayret idi sadece. Size bir şey söyleyeyim mi? Ben asıl şu tabloda seyrettiğimiz meyveleri, dallarından alıp yiyebileceğimiz canlı bir tablo halinde var eden Sanatkâr’a hayranım.”

İŞTE GELDİM...

28 Ağustos 2021

İSYAN AHLÂKI VE SCHOLL KARDEŞLER

28 Ağustos 2021

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir