DİL TUTUMU

DİL TUTUMU

Doğan YÜCEL / Bosna-Hersek

Dilini tutan kurtulmuştur. Peki, insan fıtratındaki hata ve günaha meyilli yanlarıyla dilini nasıl tutabilir? Kızdığında, sevindiğinde, şaşırdığında, keyiflendiğinde ağzından dökülenlere nasıl müdahale edip bir elekten geçirebilir? Bu sorunun cevabını cedd-i âlimiz ne insanın yaratılıştaki hususiyetlerini görmezden gelerek ne de zaten hulkı böyle deyip vazgeçerek vermiştir.

İnsanın konuşma ihtiyacının olduğu açıktır. İnsana “Sus! Kötü konuşma!” demek kimi zaman anlık bir çözüm olsa da kalıcı bir terbiye olmadığı herkesin malumudur. Hatta suskunluk çoğu zaman ruhi bazı hastalıkların varlığına da işaret eder. Bu durumda insan hem konuşmalı, hem de dilini tutmalıdır. Hz. Ömer’e ithaf edilen “Ya hak konuş, ya da sus!” sözü bir derecelendirme yapar. 1.Kötü konuşmak. 2.Susmak. 3.Hak konuşmak. 

İnsan doğru/hak konuşabilmek için sırasıyla üç şeyi yapmalıdır: İlki; kalp ve zihni temizleme. “Küpün içinde ne varsa dışına da o sızar.” atalardan kalma ne güzel bir sözdür. İkincisi; zihin ve kalbi temizledikten sonra kişinin hak konuşmayı öğrenmesi. Üçüncüsü ise, dilini hak konuşmaya alıştırmasıdır. Bu üç maddeyi de insana talim eden eskiden birer arınma kurnası gibi çalışan mekânlarımız vardı. Buralara kalbi veya zihninde bir rahatsızlık hisseden uğrar, aldığı reçeteyi tatbik eder ve şifaya kavuşurdu. Türk-İslam medeniyetinin bu ruhî ve kalbî arınma mekânlarına bir asırdan beridir maddeten ve belki daha da uzun bir süredir ise asliyeten hasretiz. Tekke ve zaviyelerimize uğrayanlar sanki röntgen ve tomografiden geçmiş gibi olurdu. Tekkenin hekimi (şeyhi) ırmak çağıltılarına bülbül şakımalarının karıştığı, meltemin gül ve lale rayihalarını estirdiği o nezih mekânlarda şifa dağıtırdı. Ekseriyetle çilehanelerde erbain çıkaran hastalar ayak uzatmaz, yetecek kadar yer, dünya kelamı etmez,  oruçsuz gün, kıyamsız ve zikirsiz an -nerdeyse- geçirmezdi. Bu hastaların başı öne eğilmez, sırtı yeri görmezdi.

İnsanın gündelik hayatında bir meseleyi itiyat haline getirmesinin 40 gün olduğu çok öteden beri bilinen bir gerçektir. Dünyanın kirlerinden arınmak için 40 gün boyunca temrinat yaparlardı. Çıktıklarında da şifa buldukları hastalıklarının nüksetmemesi için dikkatli davranırlardı. Dünya meşgaleleri ve insan fıtratının bu adetlerini bozmalarına izin vermezlerdi. Bunun için tekke ve zaviyelerde her bir insani his ve duygu için bir zikir dillerinde yer etmişti. Bu zikirleri çilehane dışında da devam ettire ettire bütün bir toplumun dilini tertemiz etmişlerdi.

Bir meseleyi tasdikte “Eyvallah!” dilimizin değişmezi, “Teşekkür” olmazsa olmazı “Cezakallahu hayr” aslıydı. “Allah, Allah, Allah, Allah…” asker milletimizin şehadete koşuşunu, “Allah Allah, Sübhanallah, Allahu ekber!” de hayretlerimizi anlatırdı. “Tövbe estağfurullah, fesuphanallah, La havle vela kuvvete illa billah.” kızgınlığımızı, “Ya sabır!” öfkemizi ve “Aman Allahım!” ve “La ilahe illallah” da şaşkınlığımızı dışa vururdu. İstemediğimiz bir şey gördüğümüzde çekilen zikir “Neûzubillah” idi. Beğenilerimizde “Hayy Allah” diyerek insanlara iyilik diler, nefse hoş gelecek bir şey duyunca “Estağfirullah” çekerek temizlenmeye çalışırdık. Pehlivanlarımız “Allah Allah İllallah, Muhammedun Resulullah!” nidalarıyla meydana çıkar, yiğitlere “Maşae Allah” derdik. Müşkil vaziyetlerimizde “Hasbünallâhü ve ni’mel-vekîl!” der “Kadir-i Mutlak”ı kendimize vekil eder, ayağımız tökezlediğinde “Düşmez kalkmaz bir Allah’ı bilirdik. “Hayy, Hayy Efendim!” bir teklifi kabul ifademizdi.

Yatarken melekleri “Dinimize imanımıza şahit” eder “Allah” diyerek kalkardık. Sabahımız “hayr” ve yine akşamımız “hayr” olurdu. Bir yenip içildiğinde “Elhamdulillah” âdetimiz olmuştu. Hapşırınca “Elhamdülillah”, hapşırana “Yerhamükellah” ve hapşıran kişi de tekrar, “Yehdîkümullah” diyerek karşılıklı dua ederdi. Sokağa çıkınca tanıdık tanımadık herkese “Es-selamu aleyküm” der karşılığında da “Ve aleykümü-s-selam” işitirdik. “Ya Şafi” merhem, macun ve tiryaklardan evvel yaramızı sarardı. Birini uğurlarken onu “Allaha ısmarlar” veya arkasından onun “Su gibi aziz” olmasını diler “Fi emanillah”larla yola çıkanı Yaradan’a emanet ederdik. Yolculuğa çıkarken “Haydi, Ya Allah!” der revan olurduk.

Zikirlerimizi bir kâğıda yazar üç köşeli muskayı her daim boynumuzda taşırdık. Nağmelerimiz “ilahi” ve “kaside” eksenli olur, kitaplarımız “hamdele” ve “salvele”siz başlamazdı.

“İnna lillah ve inna ileyhi raciun” (Bakara 2:156) teselli ederdi sevdiklerinden ayrılıp geride kalanları. Eskiden “Hakk’a yürür” veya “Dar-i bekaya irtihal” eder ama ölmezdik. Yaş 63’ü geçince “haddi aşar”dık. Dünya hayatından terhis edilince geride “Davud gibi hoş bir sada” bırakırdık.

Eskiden kız ve oğlanlarımız değil “mahdum” ve “kerime”lerimiz vardı evlerimizde. Analarımız “valide sultan” ve babalarımız “bey”di. Kız kardeşlerimizin yerinde ikinci bir anne sayılan mürebbiye “abla”larımız arz-ı endam ederdi. Delikanlılarımız da “Mehmetçik”ti. Gelinlik kızlarımızın yeni, beyaz başörtülü ninelerimizin yıllanmış çeyiz sandıklarını “Bu da geçer ya hû!” süslerdi. Komşudan bir şey istenecekse hanelerimizden “hû, hû” diye zikrederek seslenilirdi. Antidepresanlar hayatımıza girmeden önce “Vazgeç ya hû!, Hoş gör ya hû!” hatları medreselerimizin ve evlerimizin duvarlarını süslerdi. Tablolarımız birer “hiç”ti.

Her iş “Bismillah” ile başlar ve her hayrın başı olurdu. Rızık kapılarımıza “Rızık Allah’tandır.” ve “O’nun dediği olur.” sözleri temel olurdu. Bir işe niyetlendiğimizde “İnşae Allah”, işlerimizde dayanağımız “Tevekkeltü alellah” (Ahzab 33:3) idi. “Şüphesiz Allah dilediğine hesapsız rızık verir.” (Al-i İmran 3:37) sığınağımızdı. Elimizden bir şey çıktığında veya harcandığında “Hayy’dan gelip hû”ya gitmiş” olurdu.

Önceden hastahanelerimiz yoktu, şifahanelerimiz vardı. Şifahanelerimizin girişlerinde “Hastalandığım zaman, O’dur bana şifa veren.” (Şuara 26:80) ve dar-ül fünunlarımızda ise “Rabbim! İlmimi arttır, de.” (Ta-Ha 20:114) yazardı. Çeşmelerimiz sanki cennet ırmaklarından gelen rahmeti “Rableri onlara tertemiz bir içecek içirir.” (İnsân 76:21) ve “Her canlı şeyi sudan yarattık.” (Enbiyâ 21:30) ifadeleriyle sunardı teşne dudaklara. Nimeti verene de şükrü salık verirdi. Camilere vakit namazları için gelenleri “Namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır.” (Nisâ 4:103) ayeti karşılardı. Camiden içeri girilince tam karşıda mihrabın üstünde “Artık yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir.” (Bakara 2:144) veya “Zekeriyyâ onun -Hz. Meryem’in- yanına her girişinde mihrapta bir rızık bulurdu.” (Âl-i İmrân 3:37) ayetleriyle artık kıbleye dönüldüğü ve rızkı verene teşekkür zamanı olduğu kimsenin kalbi incinmeden anlatılmış olurdu. Kütüphanelerin girişinde de “Orada esaslı kitaplar vardır.” (Beyyine 98:3) beyanıyla kitaba hürmet incelikle vurgulanırdı.

Velhasılı kelam eskiden hayatımız zikirdi. Biz dilimizi tutunca, dilimiz de zikre tutulurdu. Kalbimiz de zamanla dilimizin zikir ritmine ayak uydurur dilleşirdi. O güzel hallerin tekrar yaşanması ulaşılmaz bir hayal mi bugün? Romantizm mi sadece bu?

DEMİRDEN KAVUŞMA

25 Eylül 2021

ÜÇ CENAZE

25 Eylül 2021

Yorumlarınız

  1. ” Dil Tutumu” yazınızın başlığı çok ilginç geldi bana. Sonra okurken eskiden dillerde gezinen her zikri kendi hayatımda, dilimde yakalamaya çalıştım. Sonucunu söylemeyeceğim. Herkes okuyup kendi sağlamasını yapabilir.
    Dilimizi tutuyor muyuz, dilimiz mi tutuldu? Teşekkürler bu kıyas metodlu yazınız için.
    Kaleminizin hiç tutulmaması dileğiyle…

    Cevapla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir