GÜNDOĞUSUNA AKAN NEHİR

GÜNDOĞUSUNA AKAN NEHİR

Jonasz Hato Páyara

Her şey, bundan tam üç yıl önce, keskin bir ıslık sesi ve ardından alevleri göğü tutan o dehşetli yangın gecesinden sonra başlamıştı. Ateşi günden güne harlanan o yangından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Kızgın alevlerin ulaştığı evler yandı yıkıldı, nice ocaklar söndü ve ateşin yalayıp geçtiği beldeler şimdi birer harabeye döndü.

Kiremitler kararmış, balkonlardan sarkan yeşil-mavi bayrakların rengi atmış ve hiç yoktan bulunup gelen bir huzursuzluk her tarafta almış yürümüştü. O günlerde kentin çanları, günde üç defa olmak üzere tam bir ay, yüksek perdeden çaldı durdu. Televizyonda her gün zafer nutukları atılıyor, millet her akşam nöbet için meydanlarda toplanıyordu. Söylentiler almış yürümüştü, fakat gerçekte neler olduğunu kimsenin bildiği yoktu.

İşte o vakit, dumanı hala usul usul tüten bu viranelerin birinde, eşimle baş başa vermiş, ıssız bir akşamüzerinin terasında güvercinleri yemliyorduk. Bir şeyler yapmak isteyip de yapamayan, günlerin bir an önce geçip gitmesini beklemekten başka elinden bir şey gelmeyen insanlardık. Akşam güneşinin az önceki cılız ışıkları küflü balkon demirlerinden, kiremitlerden, bacalardan ve şimdi sakin bir hışırtıyla sallanmakta olan kavaklardan çekilip kaybolmuştu. Öyle hisli bir hava vardı ki, o alacakaranlıkta insan kendi kendine hülyalara dalmadan, tüm sınırları aşıp yarı aydınlık uçsuz vadilere gönlünü salmadan duramazdı.

“Mor sümbüllü,” dedi kocam, kısık sesle.

“Üç gün oldu, bugün de yok; acaba bir iş mi geldi ki başına?”

Mor sümbüllü dediği, bu taraçada aylardır özenle beslediği mor sırtlı güvercinlerden biriydi. Öyle ki bu terasın yelpazesinde üç şey; güvercinler, hüzün ve bu uzamış günbatımları bizim hiç de yabancı olmadığımız bir manzaraydı. Tepelerin ardından yavaş yavaş kaybolan güneşin, ertesi sabah bütün kudretiyle yeniden çıkıp gelmek üzere bize veda etmesiyle neticelenen geçici bir ayrılığın seremonisiydi bu. Oysa artık adamakıllı öğrenmiştik ki tüm vedalar, tüm ayrılıklar bu denli kesin bir kavuşma ile neticelenmiyordu.

“Bugünlerde başına iş gelmeyen mi var!” diye cevapladım istemsiz.

“Bakalım daha ne işler gelecek bizim başımıza!”

Sıcak sözcükler bulup söylemek isterdim kocama. Oysa biliyordum ki onun kafası çok başka şeylerle doluydu; o da başka, tek kelam etmedi zaten. Derin bir iç çekip üstünü şimdi pul pul turuncuya çalan bir kızıllığın kapladığı uzak tepelere çevirdi bakışını. Sanki oralarda bir yerde görecekti dermanımızı. İçimizde kabarıp duran ve artık iyice kanıksadığımız derdimiz, bizimle birlikte bu terasta oturan üçüncü bir kişi kadar gerçekti. Evdeki herkes artık son günlerde tümden suskunluğa gömülmüştü. Gitgide pekişen bu sessizliğin içinde, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Ciğerimizi yakan bu dert, fırça olup dile gelmiş; yüzlerdeki mahzun bakışlardan, büzülen dudaklardan ve umutsuzluk yüklü sarı çehrelerden açık seçik okunur olmuştu. Hâlbuki eskiden öyle miydi burası? Huzur dolu, sakin, bambaşka bir evimiz vardı. Kadehlerin neşeyle kalktığı; misafirlerden, duvarlarında yankılanan şiirlerden ve piyano selenlerinden yayılan tatlı nağmelerden geçilmeyen, tarifsiz, mütevazı bir ev…

Birdenbire içine sürüklendiğimiz felaketler, acılar ve yaşadığımız onca keder yüreğimizde huzur bırakmamış, batıp giden her günün ardından kimsede iki laf edecek derman kalmamıştı. İçinde debelenip durduğumuz şey, ne yaparsak yapalım bir türlü uyanamadığımız koyu bir kâbustu sanki. Eskiden olsa, böyle bir acıya katlanmak zorunda kalacağımız aklımıza bile gelmezdi. Bir nehrin dingin dalgaları üzerinde, bilinmeze doğru yol alan taze, yeşil bir yaprak gibiydik. Uğursuz bir akıntıya kapılmış, öylece gidiyorduk. Güneş her gün usulca yükselip usulca devrilse de üzerimizdeki o uğursuz gölge bir türlü kalkmıyordu. Bu koyu gölgenin altında geleceğe dair en ufak bir ışık sezemiyor, karanlık vadilerde nerelere savrulduğumuzu kestiremiyorduk. Çektiğimiz acılara dayanmak ve güçlü görünmek gerekiyorsa da kederin böylesine alışık bir aile değildik biz.

Adım Jonasz, 35 yaşındayım. Bizimkiler bana genelde, ‘Jonny’ der. Evin mutfak ve temizlik işlerine bakarım. Kocamla birlikte, neredeyse altı yıldır, Torapan Efendilerin evinde yaşıyor, onlara hizmet ediyorum. İlk taşındığımda alışmakta biraz zorlandıysam da şimdi çok seviyorum burayı. Kocam da evin alışverişine ve nehrin hemen dibindeki yeşil kavaklı, ince söğütlü şu küçük bahçenin işlerine bakar. Evimiz Grand AlShaco’da, Bytiso yerlilerinin yoğun yaşadığı bir bölgede. Önündeki mütevazı bahçede renk renk çiçekle yirmi kadar ağacın boy verdiği bu üç katlı ev, pek göz kamaştırıcı bir yapı olmasa da bizim gibi bir aile için yeterince geniş, huzurlu ve ferah bir mekân sayılır. Güney yarımkürede olduğumuzdan, Grand AlShaco’da yaz mevsimi kasımın ortalarına doğru başlar. Burada yaz günleri uzun ve sakindir, güneş tepelerin ardında batıp gittikten sonra bile ufuktaki kızıllığı orada epeyce asılı kalır.

Sabahları, güneş ışıklarının Párana Irmağının dingin sularına vurduğunu gören, güzel bir manzaraya uyanırım. Perdelerin yarı geçirgen dokusundan süzülüp parıldayan güneşin, bir elmas yüzüğe çarpan ışık gibi cezbedici görüntüsü çok etkiler beni. Kocam neredeyse her gün, benden önce uyanır. Yok, hayır; tembel biri değilim, sadece sevgili kocam biraz erkenci. Uykusunun en tatlı yerindeyken perdeler aralanıp da sabah ışıltısı yüzüne vurdu mu bir çocuğun, onu seven biri var demektir şu dünyada. Hele Paskalya sabahı erkenden uyandırılan bir çocuk için; ona yeni günün perdelerini açan ve günün ilk muştusunu fısıldayan, istekli biri varsa… Çocukluk çağım geçeli çok oldu gerçi ama işte benim için o ışıltılı perdeleri aralayan kişidir kocam.

Tıpkı ev sahiplerimiz gibi biz de Palồmanız. Bizim inancımızda, sabahları gün doğmadan uyanmak ve hayata dair bir iş yaparken güneşin doğuşuna tanıklık etmek önemli bir öğretidir. Saklamaya ne lüzum; kocam erken kalkma konusunda benden daha hevesli, daha disiplinlidir. İmanı zayıf bir Palồman olarak, kocasından geri kalmamak için çaresizce çabalayan, lakin bu gayretlerinin neticesini bir türlü gözle görülür eylemlere dönüştüremeyen bir kadınım ben. Bazen düşünüyorum da sabahları erken uyanma konusunda benim kadar başarısız birini hak edecek ne yapmış ola ki bu adam? Kader böyle işte; tıpkı Müslüman bir ailenin alkole düşkün bir oğulları olması ya da bir Hint ailenin yağlı dana etine bayılan bir kızları olması gibi bir şey bu…

Párana Irmağının gözü gündoğusunda olduğu için bu nehir, Palồmanlarca kutsal kabul edilen sulardan biridir. Dünyanın neresinde membaı doğuya bakan bir su varsa, o su kutsaldır bize göre. Párana Irmağının suları çoğu gün dingin akar. Yalnız Párana, düz ovada öylesine kıvrıla kıvrıla süzülen tembel bir nehir de değildir. O da bizim gibi inişi çıkışı bol, vakti gelince deli gibi coşan, duygulu, canlı bir varlıktır. Bahar gelince nehir içten içe kabarmaya başlar, güneşin vurmasıyla ayna gibi parlayan o bereketli sular coştukça coşar. Kışın soğuk günlerindeyse -ki senede ancak bir iki gün olur böyle- nehir baştan sona buz tutar. İşte o zaman ne bir kıpırdanma olur suların üstünde ne de bir hayat belirtisi suyun altında.

Párana, çoğu zaman dingin olsa da bazı aylarda birkaç gün deli dolu akar. Kocam, başını kaldıramayacak kadar hasta olduğu günlerde bile yaz demez kış demez, sabahları gün aymadan Párana’nın kıpırdayan sularına koşar. Bir yılanın fısıldaması gibi hafif, belli belirsiz bir sürtünmeyle akıp giden bu koca suya, önce parmak uçlarını dokundurur, sonra yavaş yavaş avuç içini ve nihayet elini… Bileklerine kadar daldırıp o suyun coşkusunu hissetmeden, nehrin soğuğunu nabzında attırmadan yıkamaz yüzünü.

Pallarda, sabah suyuyla bilekler ıslanmadan suyun yaşam enerjisinin insana geçmeyeceğine inanılır. Suya nasıl muamele edileceğini bilen birini gördüm mü, hangi inançtan olursa olsun, saygı duyarım ona. Elbette kocama büyük saygı duyuyor olmamın bir nedeni de bu. Elini suya daldırırken bile kibarlığı bırakmayan, doğa aşığı ve başkalarına karşı da nazik bir adamla evliyim ben. Bu yüzden de fazlasıyla şanslıyım, sanırım.

Kendimden bu denli bahsediyor olmam belki de gereksiz. Benim esas anlatacaklarım ev sahiplerimizle ilgili. İki müstesna insan; Torapan Efendi ve Náima Hanım. Onlar, hayatımın iki kıymetli figürü. Ruhum bir kuş olup gökyüzüne uçtuğunda ve orada hesap tanrısı Mnamon’la yüzleştiğimde, bu iki insana hizmet etmiş olmanın manevi mükâfatının bana yeteceğinden eminim. Öyle umuyorum… Bu karı kocanın bizzat kendileri, bedenleri, duyguları ve onları gözümde ulaşılmaz makamlara yerleştiren ve zihnim hatırladıkça aklımdan hiç çıkarmayacağım aziz hatıraları, gönlümün en nadide yerinde muhafaza ediliyor. Şimdi, yıllardır yaşadığım bu evde, bir seyirci sıfatıyla ve artık akıllanmış, dingin bir kadın vaziyetinde duruyormuşum gibi her şey gözümün önünde birbiri ardına canlanıveriyor. Zihnimi baştan aşağı dolduracak kadar zengin bu hatıralar, o denli canlı ve taze ki anlatmaya başlamam için adeta tüm ayrıntılarıyla sıra sıra önüme seriliyor. Ancak yine de başımızdan geçenler, öyle kolayca dile dökülebilecek türden şeyler değildir. Lafa başlamadan iyice bir tartmak, yutkunmak ve kelimelerimi özenle seçmek gereği duyuyorum. Bu öyle bir hatıra ki, şimdi dönüp bakınca bir yandan sevinirim, gururlanırım; bir yandan da kendime yüz ah eder, yazıklanırım. İşte bütün bunları, susanlardan olmamak için; bir felakette ayakta kalmaya çalışan ve o felaketi kabullenmeyi reddeden insanlardan yana tanıklık etmek ve insanoğlunun yaşadıklarından çıkarılacak büyük ahlaki derslere ilişkin bir anı bırakmak için anlatmaya yelteniyorum.

Hayatın gösteriş ve maddi kısımlarına esir olmamış bir ailenin başından geçenlerden bahsedeceğim size… Onlarınki insana, doğaya, suya, kuşa, ağaca ve güneşe saygı duyan bir inanç, bir özveri ve yaşam biçimi. Tepesine yüzlerce çam pürü düşmüş de o sebepten başını bir türlü çıkaramamış mantar gibi saklı kalmasına gönlümün razı olmadığı işte bu yaşamı anlatmanın, şimdi tam vakti… Eğer bu imkânı kaçırırsam gerçek değerini kaybetmiş, özünden pek çok şey yitirmiş, manasının da hükmü kalmamış bir hatıralar yığını kalacak elimde. Bu hatıraların, hızla akıp giden zamanın dalgalı sularında sürüklenip gitmesine vicdanım razı gelmeyecekti.

Ardında muhtemelen hiç iz bırakmadan unutulup gidecek bu yaşantıları birinin anlatması gerekiyordu. Yapmaya niyetlendiğim şey bu. Elbette benim burada anlattıklarımın tamamen kişisel olduğunu ve tek bir bakış açısından çıktığını ilkten kabul etmek gerekir. Benimkisi, ister istemez karıştığım olaylar dizisine mütevazı bir tanıklık; bir sevgiye ve o sevginin iki tarafı arasında paylaşılanlara, gözyaşlarına ve sevinçlere dair mecburi bir şahitlik. Yalnız bu şahitlikte, gerçeklik temeline dayanmayan tek bir satır bile yok. Ubikan’a ant içerim ki -bin şükür O’na- bu derin hatıratı, yüreğimi tarifsiz acılara boğan bu hatıratı; ruhum bir kuş olup gökyüzüne uçmadan ve insanlar ne dediğimi anlarken, kelimeler ağzımda dilediğimce dolanırken, nefesim sesime kuvvet verirken paylaşmalıyım insanlarla. Başımızdan geçenler kelimelere üflenip dile gelmeli, nefes olup çıkmalı ağzımdan. Ne yazık ki alaca bir akşamüzeri gibi vakit dar, zaman aceleci ve güneş battı batacak…

O halde, derhal başlamalıyım anlatmaya.

NOT: Bu yazı Ah Náima, Sevgilim! ismiyle yayınladığımız romanın ilk bölümüdür. Kitapla ilgili detaylı bilgiye aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

https://crabpublishing.com/kitaplarimiz/roman/ah-naima-sevgilim/

İNSAN NEDİR? NOKTA NEDİR?

31 Mayıs 2023

KARİĆİ'DEKİ AHŞAP CAMİ

31 Mayıs 2023

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir