“YUSUF GİBİ SEVMEK” ÜZERİNE

“YUSUF GİBİ SEVMEK” ÜZERİNE

Hamide YARAMIŞ

Bir adı vardır her nesnenin, her duygunun ve her eylemin. İş, oluş, hareket bildirir her bir fiil. Yaşarken adını koyamadığımız bir duygu senfonisine girmişsek birikir tüm çaresizliğimiz. İlhamlarla, ihsanlarla beslenir o vakit yüreğimiz. Bir masa başında başlayan ve dünya ile irtibatlarını koparmamak ve kendi kör kuyularına düşmemeleri adına bir çıkış yolu arama heyecanıdır Yusuf gibi sevmek. Adı “Zindan Duvarları” diye hayal edilip Yusuf Sûresi’nin mealini okurken Yusuf (a.s.)’ın sırlı üç gömleğinden ilhamla değiştirilmiş, “Yusuf Gibi Sevmek” olmuştur.

Birinci Gömlek – Gözaltı

İkinci Gömlek- Mahkeme

Üçüncü Gömlek – Cezaevine Giriş

ve

Zeytin Çekirdeğinden Tespih Yapmak – Cezaevi Koğuşu Macera Ve Şenlikleri

Dört bölümlerinden oluşan bir anı romanı serisidir eser. “Yusuf Gibi Sevmek” deyince ilk aklıma Züleyha gelmişti. Züleyha, aşkın zirvesini yaşamıştı Yusuf’un güzelliğinde. Kendini kınayan hanımları saraya davet etmiş ve her birinin eline keskin bıçak vermişti elmalarını soymaları için. Ay parçası gibi olan Yusuf’u ansızın gösterince, tüm kadınlar ellerini kesmişlerdi. Vazgeçmemek Züleyha’nın aşkındandı. Yusuf’un yaratılışındaki güzelliğe vurulan Züleyha, gören gözleriyle gönül gözüne tünel açmıştı. Kardeşleri atmıştı Yusuf’u Kenan illerinde bir kör kuyuya. Babalarına hesap verme korkusundan gömleğini bir hayvan kanıyla delil yapmışlardı kendi kıskançlık ve hasetlerine perde olsun diye. Bir kervan kurtardı Yusuf’u Mısır’a vali olsun diye. Bolluk ve kıtlığın en güzel idarecisi ve dahi hain, gaddar kardeşlerinin zor günlerinde, kırgınlıklarına rağmen babası Yakup (as) hatrına affedicisi Yusuf.

“Bir cadı avı ki, mevsim cehennemden sıcak, zaman keskin bıçaktı.”

Hukuksuz hukuk mücadelesi ve çaresizliğin koyu gölgesini hissetmek sarmıştı cadı avında avlananları. Büyülü süpürgeleri de yoktu ki zamanın ve mekanın keskinliğinden kaçıp kurtulacak. Ve geride yarım bıraktıkları zihinlerinin sarmallarında dolanıyordu.

“Neler yarım kalmıyordu ki hayatta. Her şey yarımdı. Analar, babalar, evlatlar, canlar, cananlar yarım kalıyordu.”

diyerek yüreğinin üşümesini betimliyor ve ardından

“Bu hayat ahiret sahnesinin bir fragmanı değil miydi?”

diyerek sabır yorganını üşüyen kalbine örtüyordu. Yeis zulme razı olmak gibiydi. Oysa insan kaderine razı olmalıydı. Ve bunu oturarak, bekleyerek değil çalışarak, kendine yeni ferahlama kapıları açarak yapabilirdi.

“Zamanın tılsımlı bir nefes gibi saatlerimize ilginçlikler üfleyeceğini hissetmeye başladım.”

derken fark ettiği bir güzelliğin terki hüzünlendirmişti yüreğini.

“Odamıza cimri ve ketum davranan güneş, dışarıya oldukça cömert davranıyordu.”

diyordu. Yalnızdı ve kime nazlanacaktı. Güneş bile terk etmişti sanki. İçindeki çocuğun ağlamasını durdurmanın demir parmaklıklar arasında imkansız olduğunu bilen yazarımız pür dikkat gözlemlerinin arttığını ve her şeye kulak kesildiğini ve ancak psikoloji denen olayın böyle ayakta kalabileceğini düşünüyordu.

“Define avcıları gibi paha biçilmez hikayeleri yakalamak için zamanın tılsımlı dakikalarını kovalamaya başlamıştım.”

diyen yazarımız tüm hikayelerinde şahıs, olay ve duygu durumlarını sade ve akıcı bir dille ifade etmiştir. Betimlemeleri yerli yerindedir. Gözlerinizde okuduğunuz cümleleri sanki olayın içindeymiş gibi hissedebilirsiniz.

“Yüreğime asılı gönül heybemin gözlerine tılsımlı tüm olayları doldurmaya çalışıyordum.”

Her fert kendi alınyazısından mesuldü. Aynı kaderin çemberinde sürüklenenlere aynısını yaşama zorunluluğu reva görüldü.

“İnsanın ruhunu üşüten demir kapı sesleri mekanı oldukça sevimsiz ve itici kılıyordu.”

Duvarlara bakarken kazınmış isimler, çay kaşığının şıkırtısı zihninde resim ve ses olarak yankılanıyordu bir vakit.

“Bir bardak çayı, bir kaşık sıcak sulu yemeği özlemek düştü bahtımıza. Zaman ilerledikçe çaya olan özlem dağ gibi yüreğimizi dağlıyordu. Bizim gibi çay tiryakilerine hapis falan vız gelirdi de çaysızlık işkencesinin yerini hiçbir şey tutmazdı. Tesellinin çay kaşığında olduğuna inanmamız için varlığına alıştıklarımızın yokluğunu yaşamak gerek herhalde. Özlem bağrımızda tutsak bir ateş. Yandıkça yanası geliyor insanın. Varlığını varken özlediğiniz sevdiceklerinizin yokluğu alev topu olur bağrınızda. Sesiniz soluğunuz gider, ölmezsiniz ama ölmek büyük bir nimet olur yaşayan ölü olmaktansa. Çaresizliğin ve iftiraya uğramaların acısı geçmişe özlemi kat be kat artırıyordu. Duvarlara nice acılar gömmüştük. Duvarlar kaskatı kesilmişti. Yürek dayanmaz acılar suya düşse bile taş kesilirdi.”

Kendisi esaret altında olsa da duyguları, düşünceleri esir olur muydu iftiraya uğramış Yusuf yürekli gariplerin. Sabrın dantelasında zamanın ilmeklerini motif motif işliyordu ruhlarının izharı. Ayrılık acısı çekmeden ruhun izhar olması mümkün müydü? Abdest aldıktan sonra kullandığı kağıt havluyu petekler üstünde kurutan, yavrusunun ağır hastalığına fellik fellik dua biriktiren ve ailesini meçhule bırakan kaç yiğit vardı içerde. Kaç hanımefendi kuzucuğunu zindanlarda besliyor, soğuk betonda emeklemesini izliyordu.

“Zaman yüreğimizi yora yora, ruhumuzu eze eze geçiyordu. Olsundu. Geçiyordu.”

başka bir yerde de

“Zaman, sükuttan bir gömlekti. Oysa susmak mezar taşlarının işiydi.”

ve hiç susmayan, sürekli ağlayan duyguları ve düşünceleriyle

“Zaman, arsızların elinde ne de yamandı. Zaman, aman içinde amandı. Zaman, kitap okumanın, çocuk okutmanın, eğitime destek vermenin suç olduğu bir zamandı.”

zamana meydan okuyan dimağlar vardı haksızlıkların koynunda mekanı dar edilen ve yusuf’un kardeşleri gibi menfaatini her şeyden üstün bilen ‘akrep bir kin ile yelkovanı kovalıyordu.’ dedirten.

Nice karmaşanın içinde dupduru kalmış vazifeler özenle yerine getiriliyor birbirine ayetler ısmarlanıyordu en güzel muhabbetlerle. İlk burada duyduğum ayet ısmarlama sözüne kayıtsız kalmak ne mümkün! Bu güzel romanın güzellikleriyle içinizde tüm duyguların şaha kalktığını, hece hece yerinde empatilerle ruhunuzun katıklandığını hissedeceksiniz.

“Saçlarım, arkamdan asılan duygular yüzünden saç diplerine kadar yorgun düşmüştü. Gözlerimiz, yorgun bakışların meskeniydi.”

Ve daha bıkıp usanmadan tekrar tekrar okuyacağınız söz dizimleri bulunmakta. Yazarın dediği, ‘Ruh dünyamızda Nuh’tan kalma bir tufan vardı.’ işte bu tufanların hezimete uğrattığı dimağlarımıza şifa cinsinden bir eseri anlatmak istedim size. Bu seri çok güzel başlamış, devamını heyecanla bekliyorum. Ve yazarın hissiyatıyla bitirelim artık.

“Anlaşılan kelimelerim suda boğuluyordu. Ruhum göçmen kuşlar gibi göçüp gidiyordu. Yavrularımın peşinden kanat çırpıyor, onlara kavuşmanın temennisini, kanadı kırık umutlarla uçurmaya çalışıyordu.”

NOT: Crab Publishing tarafından yayınlanan YUSUF GİBİ SEVMEK kitabı hakkında detaylı bilgiye aşağıdaki link üzerinden ulaşabilirsiniz…

SILADA BİR EVİN BACASI OLMAK

31 Temmuz 2022

SESSİZ ÇIĞLIK MEYDANI

31 Temmuz 2022

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir